İkinci adamlar en az birinciler kadar hatta bazen onlardan da ilginç olabiliyorlar. Türlü türlüsü var tabii ikinci adamların. Fransızların éminence grise dediği, işleri perde arkasından kontrol eden tip mesela. Vladislav Surkov’a yakıştırılıyordu yakın zaman kadar. Bizdeki ikinci adam tabiri daha çok İngilizlerin second best dediği şeye denk geliyor: İsmet İnönü, Harun peygamber, Brian May, Jonny Greenwood, Müfit Erkasap… Bir tanesi de Mor ve Ötesi’nden Burak Güven. Bu insanlar çoğunlukla hırsları kapasitelerini aşmayan, ölçülü kimselerdir. Pek nadiren birinci adam olmaya soyunurlar. Bu hevese kapılanlar da tek tük istisnaları saymazsak -Stalin gibi- hemen her zaman başarısız olurlar (İlginçtir, birinci adamlar da aynı başarısızlığı ihtiraslarına gem vurmak, iktidardan feragat etmek, ikinci adam olmak konusunda gösterirler. En çarpıcı istisna şüphesiz Diocletianus’tur. Köle doğmuş, Roma İmparatorluğu tahtına çıkmış, zaferler ve başarılarla dolu 20 küsur senelik saltanatı şak diye bırakıp, bahçesinde lahana yetiştirmeye başlamış). Burak, ikinci adamlara has bu başarısızlığa ilk solo albümü 18 ile katkıda bulunmuş. Tarihin mükerrer yanının altını çizen bu çabayı görmezden gelmeyelim ve ibret vesikası olarak okuyalım.
Makinalar isimli şarkıyla başlayalım.
“Birini bul, birini sev, birini seç, evlen / Kimi uzak kimi tuzak kimi yasak derken… “
Sözlerin müzik için hemen hemen hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Kelimeleri çoğu zaman melodinin bir unsuru olarak görüyorum fakat anlam dünyası bu kadar dar birinden ufuk açıcı bir müzik çıkma ihtimali nedir? Hafif Türk müziği külliyatının en klişe uyaklarından medet uman bir düşkünlükten heyecan verici bir şey peydah olabilir mi? Berdan Mardini’den Mert Demir’e; Serdar Ortaç’tan Sakiler’e kadar bir dolu süflinin ağzına sakız ettiği uzak-tuzak-yasak troykasını nasıl yakıştırdın kendine? Dinleyiciye sunduğu ikilem şu: Kırk sucker mı kırk fucker mı? Sözlerdeki banalliğin izini ‘sound’da da seziyoruz. Profesyonelliğin getirdiği bir sound bu. Nasıl tarif etsem? Steril, kılçıkları ayıklanmış, kurumsal bir sound. Çakıl Taşları’nda bu sound’u tüm pürüzsüzlüğüyle duyabilirsiniz. Halo pad bile kullanılmış. Baran’ın fikri olabilir bu. En son anneannemin hacdan getirdiği orgla oynarken duymuştum bu sesi.
Bazı akor geçişleri ve akor çözülmeleriyle dinleyiciyi diri tutan parlak fikirler bulmuş ancak cılız kalmış çünkü banallik seyreltilemez. Banalliğin ilacı daha fazla banalliktir. Sen ve Ben isimli parçada bu reçeteyi uygulamış ve bana kalırsa dinlenebilir bir şarkı çıkmış.
Albümde dikkatimi çeken şeylerden biri de Burak’ın boşluğa duyduğu tahammülsüzlük. Bir türlü susmayan trompet, yersiz ghost notelar ile gevezeleşen davul partisyonları, anlamı pekiştirmek yerine sırtına kambur olan yaylılar…
Bilimsel makalelerde conclusion başlığı altında söylenir son söz. “Biz çalışmamızda şunları şunları ele aldık fakat şuralar eksik kaldı…” gibisinden yol gösterilir bazen. Okuyucuya veya muhataplara rehberlik etme hedefi gözetilir. Benim Burak’a tavsiyem besteciliği bırakması olurdu. Onda o çılgınlık, o kendiliğindenlik yok. Genç müzisyenlere kariyerlerinde, icralarında yol gösterecek bir mentor olabilir belki. Daha faydalı olacaktır. Ve bol bol roman okumasını önerirdim çünkü kitap en iyi dosttur. Bak işte bu laf klişe değil klasiktir. Klişe tek işlevi boşluk doldurmak olan bayatlamış, ıskartaya çıkarılmış şeylerdir. Klasik ise eskimez, yıpranmaz bir yol göstericidir.