Ahmed Mükerrem Akıncı, Ezberci Eğitim Modelinin Faydaları, Gelenek ve İki-Üç Şey Daha
Günümüzde eşine az rastlanır mülevven, ince ruhlu, terbiyeli bir zatın portresini tasvir edeceğim bugün: Ahmed Mükerrem Akıncı. Dedesi Arif Efendi hafızdır. Sarayda öğretmenlik yaparmış. Lojman niyetine bugün Fatih’te bulunan itfaiyenin arka sokağındaki bir konak tahsis edilmiş hocaya. Babası Muhyiddin Efendi burada doğmuş. İş yeri de evine pek yakındır: Dülgerzade Camii. Burada imamlık edermiş. Bahtsız adam oğlunun doğumunu göremeden ölmüş. Genç yaşta dul kalan kadıncağız da Hattat İzzet Efendi ile evlenmiş. Ahmed Mükerrem Bey’in doğum tarihi 1885. Fatih Askeri Rüştiyesi’nde başladığı öğrenimini menşei küttab-ı askeride bitirmiş. Burada katip yetiştirirler. Mesleği muhasipliktir yani. Fakat ayakkabıcılık yapmış. Hatta bir ara dükkan da açmış ama sonradan Harbiye Nezareti’nin Levazım kısmında memur olmuş. Bir ara babası gibi Dülgerzade Camii’nde vaaz da vermiş. Çocukluktan beri iki esas meşguliyeti olmuş: Güreş ve müzik. Okçulukla da uğraşırmış (Hocanın pek eski udları ve oklarını torunu Nüket Ortaç evinde muhafaza ediyor hala. 80’lerde Almanya’ya giden solcularımızdandır kendisi.) Ahmed Bey müzik hayatını iki devir olarak görüyor. Kendi kaleminden dinleyelim:
“Henüz on bir yaşımda başladığım fenni musikide bidayetten (başlangıçta) hiçbir rehberim yokdu. Edindiğim bir ud üzerinde perde sesleri bulmak gibi mümareselerle (melekelerle) meşgul olarak her gün yeni bir muvaffakiyet elde edüb herhangi bir eseri çalacak kadar sazımdan istifade edebilmeğe başladım. Notaya ademi vukufum dolayısiyle çalmak istediğim eseri müteaddid def’a dinleyerek okuyucunun yalan yanlış nagamatını öğrenmek gibi mahzurdan salim olmayan vaziyetden de hali değildim. Elde etdiğim bir nota rehberi üzerinde tedkikate başladım, notayı da sühuletle (kolaylıkla) okumağa muvaffak oldum. Bir tarafdan da Haşim Bey merhumun, Şarkı mecmuasına ilave etdiği usullere dair mebahisden istifade ediyordum. Bu tarzı sa’yim tam yirmi üç sene bila fasıla devam etdi. Hiçbir te’sire tabi’ olmayarak kendi ruh ve tabiatimden doğan mızrablar ile udun çalış tarzında bir başkalık husule getirerek bilhassa o zeman taksimlerle samiin (dinleyiciler) üzerinde bir te’sir bırakacak derecede sazıma hakim olabildim. Bu vaz’iyetden duyduğum zevk dolayısiyle zu’mumca (zannımca) pek çok emsaline tesadüf edildiği gibi şurada burada muallimlik edecek kadar küstahlıklara da cür’et etdim.
Ma’mafih bu muallimlik devrelerimde taliim, bana çok müsaid davranarak musikiye karşı cidden görgüsü ve bilgisi olan bir musiki şinas ile karşılaşdırmadı. Zira iki batute nota okuyarak ve iki sofyan usuli uracak derecede kendimde gördüğü muallimlik kudreti değil de adeta allame derecesindeki gururum, bir anda sönü vererek, belki de his edeceğim hicab te’siriyle bir daha bu fenni celil ile iştigale kudretim kalmayacak idi. Buraya kadar olan devre, musiki hayatımın birinci ve hayali kısmı olub bundan sonra ikinci, fekat hakiki bir kısmını arz edeceğim.”
Yirmi küsur senelik tetebbuatımdan (araştırmalarımdan) doğan musiki bilgim, bundan on yedi sene evvel oturmakda olduğum Bostancı’da (dedesinden miras kalan konak yangında kül olunca Bostancı’ya taşınır) bir akşam tahtessıfır (sıfırın altına) milyonlara düşdü. Buna sebeb olan hadise şudur: On beş sene kadar hazinei ilm ve irfanından istifade ederek «Ölürsem gözüm açık itmez. Zira fenni musikiye ikinci bir kanuni Mehmed yetiştirdim » tarzındaki iltifatına mazhar olduğum muhterem hocam kanuni Mehmed Bey ile teşerrüf etdiğim ilk leylei seadetim (saadet gecem) idi. Onun musikideki dehası karşısında malumatım, ademe (yokluğa) gömüldü. Fekat bunun yerine çok feyizli bir devre açılub hakiki musiki zevki alarak yetişdim. Hatta tahdisi ni’met olarak (memnuniyetle) söyleyebilirim ki üstadımın hayatında bile kendine vekalet edebilecek derecede gösterdiği i’timad ve teveccühünü kazanabilecek mertebeyi ihraz eyledim (kazandım). Fakat ben bir heveskar yetişdiremedim. Manevi olarak çok behalıya mal edindiğim feyzi, çok ucuza değil, hatta üstüne maddi fedakarlıkları bile göze alarak teberru’ etmek (bağışlamak, karşılık beklemeden vermek) istediğim bir ferd, bir heveskar ile karşılaşmadım. Herhangi bir heveskarın arzusunu ve isteğini üç beş aydan fazla görmedim […] Bunun içindir ki hocam mağrur, lakin ben mahzunum. Bilhassa evladımın üçü de cidden sazlarını yenmiş oldukları halde san’atlarını yalnız o vadide bırakub şu fenni celilin kanun ve kavaidini de öğrenmek hususundaki ihmal ve teseyyübleri (kayıtsızlıkları) hüznümü taz’if eden bir hadisedir. Bunun için ba’dema (bundan sonra) bir heveskar yetişdirecek arzu ve hevesim kalmadığı gibi bu hususda manevi bir kudretim de yokdur. Çünki herhangi bir heveskarın eteğini tutdu isem bir takrib (bahane) ile bu işin içinden çıkarak yalnız eteği elimde kaldı. Hiç olmazsa emek ve sa’yimi (emeklerimi) nazarı itibare almayarak şu mübarek fennin nankörleri yekününe diğer birini daha ilave etmek cür’etinden azade kalmak üzere bundan sonra musiki benim enisim (dostum) ve ben onun esiri olarak münzeviyane bir suretde onunla karşı karşıya ve baş başa kalmağı münasib gördüm.”1
Şu satırları ilk okuduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Hala da tesiri azalmamıştır. Adamı “münzeviyane bir suretde” yaşama iten şey “bir heveskar yetiştirememek.” Anlaşılmamaktan, dinleyici tarafından ilgi görmemekten, takdir edilmemekten veya geçim derdinden değil bir heveskar yetiştirememekten dolayı küskün. Bunun “Osmanlı zamanında vize konuları finale dahil edilmezmiş. Şu inceliğe bakar mısınız?” tarzı yapmacık bir tevazu olmadığı besbelli. Müthiş bir adanmışlık var burada. Adanmışlık ile teslimiyet birbirine çok karıştırılır. Adanmışlıkta teslimiyetteki uyuşukluk ve boyun eğiş yoktur. Kendinden yüce bir şeyin parçası olma, ona katılma, onunla bir olma arzusudur. Bir heveskar bulamadığında ona silsile yoluyla ustalarından, atalarından kalan miras çar çur olacaktır. Üzüntüsü budur. Ahmed Mükerrem Bey kendini borçlu ve mahcup hissetmektedir çünkü meşk para karşılığı yapılmaz fakat bilabedel de değildir. Tilmiz, meşk zincirini devam ettirmekle yükümlüdür. Bedeli budur. Yeri gelmişken meşkin ne olduğundan bahsedeyim. Biliyorsunuz meşk “bir üstat tarafından musiki parçasının tedricen çalınması ve okunması suretiyle talebeye öğretilmesi ve talebe tarafından öğrenilmesi” demektir 2. Bekir Sıtkı Sezgin’in çok hoş bir sözü var; “musiki, fem-i muhsinden öğrenilir” der. İhsan edici ağızdan öğrenilir diyor. Bu Türk Müziği’nin bir eksiği gibi görülmüştür her zaman. Eserlerin notaya alınmayışında bir iptidailik bulunmuş, küçümsenmiş. Çünkü ustalar ve talebeleri müzikleri notaya alma konusunda pek hevesli olmamışlar. 18. yüzyıldan evvel notaya neredeyse hiç alaka yok gibidir. Derli toplu bir yazım ve sistem Hamparsum ile başlar. 1900’lerin başı. Ondan evvel de Ali Ufki (17.yy) ve Kantemiroğlu (18.yy) kayıt tutmuşlar. Dikkat ettiyseniz üç isim de Batılıdır. Yazıya dökmek, kayıt tutmak, fihrist çıkarmak vs. şarka yabancı şeylerdir. Yahudiler mesela Torah’ı ilkin yazıya dökmemişlerdir. İkinci Tapınak döneminin sonunda yazıya geçirilmiş olması lazım (1.yy). Yahudiliğin ortaya çıkışında epey sonra yani. Yazmayı bilmedikleri için mi? Yoo. Öyle tercih etmişler. Aynı şekilde Hinduizm’deki Vedalar da ezberlenir, kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Yazıya aktarılmaları çok sonradır. Hala bile bizdeki hafızlar gibi Vedaları ezberleyenler var. İslam’da bu geleneğin günümüzde dahi ne kadar güçlü olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Mushaf ve Kuran ayrımını düşünün. Mushaf alelade bir kağıt parçası, yazıdır. Kelime de zaten yazıya atıfta bulunur. Kuran ise kelamdır, ‘kıraat’ten gelir. Yani kutsal olan mushaf değil Kuran’dır. Yani şarkın aleminde söz canlı, konuşan ve neredeyse sihirli bir şeyken yazı cansız, hitap eden bir buyruk gibi görülür. Bilhassa yüksek bağlamlı kültürlerde sözlü aktarım tercih edilir. Yüksek bağlam (high context culture) diyerek atıfta bulunduğum kişi Edward T. Hall. Eski yazılardan birinde bahsetmiştim.
Yani demem o ki yüz yüze ve ezbere dayalı eğitim modeli notayı akıl edememiş olmaktan doğan bir zaruret değildir. Avrupa Sanat müziği nota ile aktarılabilecek, kitaptan öğrenilebilecek bir müziktir ancak Türk Sanat müziği için bu mümkün değildir. Bu müzik meşk olmadan öğrenilemez, aktarılamaz ve yaşayamaz. Yaşamıyor da.
Gelelim Ahmed Mükerrem Bey’in meşk zincirindeki yerine. Ahmed Bey’in hocası kanuni Mehmed Bey. Tasavvufa vakıf, Melami meşrep biriymiş. Enderun’da ince saz şefi olacak kadar şöhretli ve becerikli bir zat. Ona şöhret kazandıran şey virtüözlüğünden çok hocalığı ve notaya alma merakıdır. Zihninde mahfuz olan tüm eserlerin kaydını tutmuştur. Mehmed Bey’in hocası ise Enderunlu Latif Ağa’dır. Kendisinden hocaların hocası diye bahsediliyor. Buradan sonrası karanlık. İzi buraya kadar sürebiliyorsun. Demek ki Ahmed Mükerrem Bey bu zincirin üçüncü halkası. Şansı yaver gidiyor ve özlemini çektiği heveskarı buluyor: Cahit Gözkan. 1923’ten hocasının ölümüne dek (17 sene) mirasa layık olmaya çabalayan bir nefer. Hocasına tevarüssen her hafta evini açıp fasıllar tertiplemiş ve bunu ölümüne değin sürdürmüş. Var mı içinizde her hafta evinde konuk ağırlayacak kadar cömert, yüce gönüllü bir müziksever? 3-5 ay değil, 20-30 sene. Konuklar da konuk ha; Safiye Ayla, Cüneyd Orhon, Necdet Yaşar, Munip Utandı, Ünal Ensari, Niyazi Sayın… Geleneği zincirin son halkası olan Cemil Altınbilek sürdürüyor.
Cemil Bey’in asıl mesleği avukatlık. Hocası ile 1979 yılında Kubbealtı Vakfı’nda tanışmış. Hocanın vefatına dek, 20 sene talebeliği devam ettirmiş. En büyük eseri geçtiğimiz senelerde yayınladığı (Ahmet Kırım ve Ahmet Gözkan’ın da yardımlarıyla) iki ciltlik kitap: Hoca Câhit Gözkan’ın Mûsıkî Mîrâsı. Birinci cildin başlığı Kütük. Kanuni Mehmet Bey’in notaya aldığı tüm eserler ve güfteleri var burada. Çoğu eser bizzat bestecisi ağzından dinlenerek notaya alınmış. Mücevher. İkinci cildin başlığı ise Defterler. Hoca Ahmet Mükerrem Akıncı’nın, talebesi Cahit Gözkan’a yazdığı “pek mümtaz ve muazzez evladım” ithafıyla başlayan nota koleksiyonudur.
Memleketimizde neşredilmiş en kıymetli müzik kitaplarından biri, hakiki bir hazine. İnsanda keşfetme arzusu uyandıran, öteyi beriyi didiklemeye sevk eden, meraklandıran, heyecanlandıran kıvılcımlı bir şey. Alışması kolay olmayan bir dili var Klasik Türk Müziği’nin. Geniş zamanlı, tekrar etmeyen, uzun cümleler gözünde büyüyor insanın. Ama az uğraşıp, sıvayı dökmeyi başarırsan cevheri görüyorsun. Bir Türk sazını az buçuk çalıyor olmak veya ucundan kıyısından nota okuyabiliyor olmak işinizi kolaylaştırır. Kitaptan rastgele bir sayfayı aç mesela. Giriftzen Asım Bey denk geldi: Her zahm-ı ciğer-suze deva-kar aranılmaz. Güfteye bakalım bir:
Her zahm-ı ciğer-sûze devâ-kâr aranılmaz
Açsan da ciğer-gâhını yâre yaranılmaz
Eller sarılır zülf-i perîşân taranılmaz
Açsan da ciğer-gâhını yâre yaranılmaz
Nefis. Bu dile aşina olmayanınız varsa kelimeleri didik didik edin, sözlüğe bakın, anlamaya çalışın. Günümüz Türkçesine uyarlanmış halinden uzak durun. Güfte tamam. Şimdi bir taraftan Safiye Ayla’yı dinleyip, diğer taraftan notayı takip edin.
İlkinde zor olacaktır. Hızını yarı yarıya düşürüp öyle takip edin gerekirse. Üç-beş tekrardan sonra ufak ufak eşlik etmeyi deneyin. Bir yerden sonra size tanıdık gelmeye başlayacak. İşte sıvanın döküldüğü yer orası. Eser nakış gibi işleyecek zihninize. Zorla güzellik olmaz diyenlere aldırmayın, güzellik zorla olur, zahmetle olur.
Bitirelim. Bu kitap, Türk Müziği’ni tanımak, size kalan mirası hakkıyla yad etmek, eskiyi arkanıza almak ve yeniyi nerede arayacağını öğrenmek için heves uyandıracak bir kıvılcım. Sanat eseri denen şey belirsizliklerle dolu kaygan bir zeminde, ayağa kaldırılmaya çalışılan, yalpalamalar yekunu bir taslaktır ilkin. Ayağa kalkması ve varlığını sürdürebilmesi için tutunacak bir model gerekir. Yani hiçbir özgün eser hiçlikten doğmaz. Hiçlik akimdir. “Sanatçı ihtiyaç duyduğu her şeyi selefinde bulur (ihtiyaç duyduğu şey selefinde olmasa bile)”3 Yani gerekirse bile isteye yanlış yorumlar, çarpıtır ama selefinden beslenir. Bilinçdışı etkilenme kötü sanatçıya mahsustur. Sanatçının hası bunu bilinçli şekilde yapar. Eski ancak böyle tecelli eder yenide. Kim eskiyi arkasına alırsa büyük o’dur. Ben de bir çarpıtma ile bitireyim o halde; ad collem ibit Mahometes. Dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed dağa gider. Bu kitap bize gelmeyen geleneğe gitmemiz için bir davet.
İbnül Emin Mahmud Kemal İnal (1958); Hoş Sada. Son Dönem Türk Musikişinasları.
Cem Behar (1998); Zaman, Mekan, Müzik.
Juan Gabriel Vasquez (2009); Çarpıtma Sanatı.