Bu konuda kalem oynatmayan bir ben kalmıştım değil mi? Merak etmeyin, çiğnene çiğnene tadı kaçan cümleleri koymayacağım tezgaha. Tanzanya başbakanı Nyerere’nin toprak reformundan (ujamaa), Le Corbusier’in planladığı Çandigarh şehrinden, buğday kralı Thomas D. Campbell’ın batan çiftliği Campbell Farming Corporation’dan, Almanların bilimsel ormancılığından (forstwissenschaft) falan bahsedeceğim. Sonra bunları bir şekilde Mustafa Kemal’e, reformlara, müzik yasağına bağlarım.
Julius Nyerere [1922-1999], Tanzanya’nın kurucu önderidir. Atatürk’ün Kemalizm’i varsa, Nyerere’nin de Ujamaa’sı vardır. Bu politikanın bir sürü ayağı var tabii ama ben tarım ve şehircilik kısmından bahsedeceğim. SSCB’nin tarım reformunu biliyorsunuz değil mi? Sovhoz, Kolhoz falan filan Kolektif üretim, iş bölümü, komünler vs… Bu reformun hazırlayıcısı Çarlık Rusya’sının Stolypin Reformu’dur. Bizdeki toprak ağalığının bir benzeri de Rusya’da vardı. Abşına (общи́на) denir. Çiftliğin başında bir ağa bulunur, bir de ona bağlı serfler veya gündelik işçiler vardır. Aile çiftliği yani. Stolyopin Reformu ile beraber bu yapı tümüyle lağvedilir [1901]. SSCB döneminde ise kulaklar [кула́к] -toprak ağaları- Sibirya’ya sürülür ve birey mülkiyeti tümüyle kolektif mülkiyete dönüştürülür. Bu sadece SSCB’de olmadı tabii. Dünyanın pek çok memleketinde bu fikir devlet adamlarına çok cazip geldi. Neden? Devletin olduğu yerden halka baktığınızı hayal edin. Bu fikir niçin cazip gelsin? Bu fikri ortaya atanların halkı ve akranlarını ikna etmek için söyledikleri şey aşağı yukarı şudur:
”Köhne yöntemlerle yapılan tarımcılık verimli değil. Bunu modern bilimin ışığında sürdürmek gerekir. Böylelikle verimlilik artacaktır. Tarımsal verimlilik artınca kırsal kalkınacak ve yaşanır hale gelecektir. Kırsal alandaki nüfus yoğun olunca da sanayi hammaddesi üretimi de artacaktır. Sanayi gelişirse dış ticaret gelişecektir” vs. vs.
Hakikaten çok cazip ve ikna edici duruyor fakat bence bu reformların arkasındaki motivasyon verimlilik değil. Ne peki? Biçimlendirme! İnsan niçin bir şeyi biçimlendirmek ister? Mesela ızgara planın amacı ne olabilir? Çok eski zamanlardan beri farklı coğrafyalardaki şehirlerde ızgara plana rastlanıyor değil mi? Dikkat ediniz ızgara plan üzerine kurulmuş yerlerin tamamı şehirdir. Hiçbiri köy, kasaba, mezra falan değildir. Bu şehirler de alelade şehirler değildir. Mesela Kyoto. İmparatorluğun 800 küsur sene boyunca başkentiydi. Ya da 762 yılındaki Bağdat’ı düşünün, İslam İmparatorluğu’nun yeni başkenti. Dört eşit parçaya bölünmüş çember şeklinde bir kent ve ortasında devletin merkezi. Şu çok açık ki ızgara plan gibi bir şey kolektif bir tavır ya da zamanla şekillenmiş bir üslup olamaz. Doğaya, toprağa, insan topluluklarına biçim vermek isteyen bir gözün ürünü olmalı bu plan. Bu, devletin gözüdür. Devlet dediğimiz şey de zaten odaklanma, yoğunlaştırma, kavramsallaştırma demektir. Dolayısıyla ızgara plan da devletin dünyayı, evreni yeniden düzenlemesi, tasarlaması, biçimlendirmesidir. Latin Kiliselerindeki simgesellik şahane bir örnektir buna. Biliyorsunuz kiliselerini haç plan üzerine inşa ediyorlardı. Bunun dini bir emir olmadığı hatta bırakın emri, tavsiye bile olmadığı apaçık. İşlevsel bir tarafı da yok. Bu, muktedirin dünyayı hangi nazarla gördüğünün işareti. Bir üslup, biçim sevdası. Abbasilerin ızgara plan ortasına akropolislerini almaları gibi, Latinler de kilisesini haç plan üzerine inşa ederek kendi kurumunu evrenin merkezi ilan ediyor. Devletin biçimlendirdiği şehir, tapınak veya tarım arazisi bir imago mundi’ye dönüşüyor. Toprak reformunun ardındaki motivasyon da bana kalırsa budur: Turgut’un tay siktiği yerden bile imago mundi çıkarmak!
Bir şey daha var. Metre, gram, litre, santigrat, hektar… Hemen hemen tüm dünyada geçerli ve ortak olan bu ölçü birimlerinin mazisi ne kadardır sizce? Tüm ülkede ortak ölçü birimi kullanılmasını ilk başaran Fransa olmuş, o da ancak 1858’de becerebilmiş bunu. Yaa. Aydınlanmacılığın bir ürünüdür bu reform. E peki bundan önce neydi ölçü birimi? Witold Kula diye bir herifin kitabını okudum geçen: Measures and Men. Acayip ufuk açıcı bir kitaptı. Kitapta “metrik devrim” öncesi ölçü birimlerinin insan ölçeğinde olduğu yazıyor. Bir avuç tuz, bir sepet yumurta, beş ayak boyu kereste, üç pirinç taşımı uzaklık, iki parmak süt… Zerre şüphem yok ki halk kendine has, yerel ölçü birimleriyle gayet kolay anlaşıyordu fakat devlet onlara insan ölçeğinde olmayan başka ölçü birimlerini dayatmaya karar verdi. İnsanlar da bunu pek kolay kabul etmedi. Bilhassa Fransa’da millet epey direniş gösteriyor. Halkın direnişi karşısında memurun teki bir dilekçe yazmış. Kitapta ondan bahsediyor. Yurttaşlardan uysallık ve sadakat rica ediyor memur: “Tek kral, tek yasa, tek ağırlık ve tek ölçüye yönelik en içten arzularımızla” diyerek noktalamış dilekçeyi. Devlet, ortak ölçü biriminde diretiyor çünkü halktan alacaklarını kolayca hesaplamak istiyor. Halkı okunaklı hale getirmek gayretinde.
“Yılın belirli bir anında toplamda ve bölgelere göre, tüm kaynaklarıyla ve her bir yerin servetiyle ve yoksulluğuyla birlikte tüm tebaasının sayısını bilmek kralı son derece memnun etmez mi? Başı olduğu büyük diyarın mevcut ve geçmiş koşullarını makamından hiç çıkmadan bir saat içerisinde gözden geçirebilmek ve ihtişamını, servetinin ve kudretinin nerede yattığını net bir şekilde görebilmek de faydalı ve gerekli bir memnuniyet yaratmaz mıydı?”
-Vauban Markisi XIV. Louis’ye önerilerde bulunuyor [1686]
İşte SSCB’nin toprak ve tarım reformunun asıl motivasyonları bunlar bana kalırsa: Okunaklılık ve biçimlendirme. Verimlilik vs. tali konular. Tanzanya cumhurbaşkanı Nyerere, Stalin ile kıyaslandığında munis, yumuşak bir adam çehresi çiziyor. O da tıpkı SSCB’deki gibi tarım ve toprak reformu yapmak istiyor ancak halkı buna zorlamak niyetinde değil. O, halkını ikna etmek istiyor çünkü selefinin (Stalin) zorlamalarının neye mal olduğunu biliyor. Halkına seslenirken şöyle diyor:
“Hükümetin köylerinde yaşamazsanız ülkemizi kalkındırmak ve müreffeh hale gelebilmek için ihtiyaç duyduğumuz şeylere sahip olamayacağız. Traktörleri kullanamayacağız, çocuklarımıza okul yapamayacağız, hastane inşa edemeyeceğiz… Küçük ölçekli köy sanayiini hayata geçiremeyeceğiz, hanelere enerji götüremeyeceğiz…”
I ıh. Bu eğitimsiz davar sürüsü güzel laftan anlamıyor. Sonunda Nyerere’nin tepesi atıyor ve 1973’te “köylerde yaşanacak, bu bir emirdir” diyor. Muammer Güler’in de dediği gibi; kulaklarından tutup geçmişlerini sikip atıyor. Uzun uzun anlatmayayım ama sonuç facia. Millet açlıktan kırılıyor. Acaba bu herifler bir yerde yanlış yapıyor olabilirler mi? Yani madem bilimsel çalışmalar falan da yaptılar, niye tutmadı bu reformlar? Sosyalistler mi beceriksiz acaba? Thomas Campell’in girişimi daha da çarpıcı. Arkasında devlet yok belki ama J.P.Morgan var. Montana’da 38,000 hektarlık hayvan gibi bir araziyi satın alıyor herif. 38,000 hektar ne ediyor biliyor musunuz? Türkiye’nin yarısı! Arazi dümdüz, her türlü makine sorunsuzca ilerleyebiliyor. Çalışanların %90’ı mühendis. Toprak analizleri, tohum standardizasyonu falan filan… 2.000.000$ ile işe giren Campell, iki yıl geçmeden yarısını kaybediyor. 1918’de kurduğu çiftlik 1966’ya kadar herifin inadıyla ayakta duruyor. Oldukça düşük bir verimlilikle tabii. Yani ablası, demek ki bu hesaplar pek de bilimsel değilmiş. Bunların bilimsel hesap dedikleri şey doğa ve insan davranışının gerçek dışı idealleştirilmesiymiş. Toprak reformu dedikleri de tek biçimli, seyreltilmiş, değişken sayısının en aza indiği, genellenebilir köyler yaratmakmış. Onları devlet planlamasının yapısı içerisinde birbirleriyle değiştirilebilir tuğlalara dönüştürmekmiş.
Bu, devlet biçimciliğin tarımdaki karşılığı monokültürdür. Nedir o? Mesela Nijerya’da 1 dönümlük ufak bir tarla düşünelim. Buraya baklagil ve tef buğdayı karışık şekilde ekilmiş olsun. Aralarda yıldız sukulentler, bodur ağaçlar, hatta şeftali gibi meyve ağaçları hayal edin. Yabani otlar, mantarlar… Çingene bohçası gibi karman çorman bir şey. Polikültür deniyor buna. Devletin yapacağı iş değildir bu. Devlet o araziyi düzler, muntazam parsellere böler; bir yana pancar, öte yana fasulye eker; beri yana meyve ağacı diker. Nijerya’ya da aynını yapar Kanada’ya da. Düşünmez yani halk bunu acaba niye böyle ekmiş diye. Anlamaya çalışmaz. Halkın gelenekleri, devletin ise düzeni vardır. Bu bakış ormanı da kereste fabrikası olarak görür. Alman bilimsel ormancılığını doğuran da bu bakıştır. Ne yapmış Almanlar? Evvela ormanı sadeleştirmişler. Ne demek o? Araziyi parsellere bölmüşler ve diyelim ki bir parselde karaağaç, öteki parselde meşe dikmişler. Bunu da eş zamanlı ve tek sıra halinde yapmışlar. Ağaçların hepsi aynı yaşta, muntazam ve geometrik olarak kusursuz olmuşlar. Kolayca sayılabilen, ölçülebilen, okunaklı, tek ürünlü bir kereste fabrikası. Verimlilik elbette artmış. Hem de hayvan gibi artmış. Fakat toprak oluşum süreci için elzem olan böcek, memeli, kuş türü sayısı da aynı hızda azalmış. Monokültürün getirdiği bir şey daha var tabii. Tüm bitkiler patojenlere karşı bir miktar dirence sahiptir. Öyle olmasa hem bitki hem de patojen yok olur. Fakat bazı patojenlere karşı da tamamen savunmasızdırlar. Eğer genetik olarak birbirinin aynısı bireyleri bir yere toplarsan, bitkilerin savunmasız olduğu patojenler lehine doğal seçilim baskısı da oluşturmuş olursun. Böyle olunca da pestisit falan gibi kimyasal ajanları kullanmaya mecbur kalırsın. Sonra çapraz direnç gelişir, daha fazla pestisit kullanırsın. Falan filan. Verimlilik artar ama ekosistemin de canına okursun. Ne pahasına? Biçim! Le Corbusier bu “modernist” biçimciliğin eksiksiz bir tiplemesidir. On yıllar boyunca bu adam yere göğe konulamadı. Büyük mimar, deha vs. Hala da öyle gören var korkarım. Şanslıymışız ki fikirlerini hayata geçirecek bir ordusu yoktu. Hindistan’ın modernist lideri Nehru’nun davetiyle Pencap’ın başkenti Çandigarh’ı tasarlamış. Tabii ki ızgara plan. Youtube’da bir sürü video var şehri görebileceğiniz. Sevimliliğin esamisinin okunmadığı, üzerinde durduğu coğrafya ile içinde bulunduğu kültürle tüm bağı koparılmış, tertemiz, net, soğuk bir şehir. Cıvıl cıvıl, karmakarışık Hindistan’dan bir Beylikdüzü yaratmış. Ne gam, yeter ki okunaklı olsun, yeter ki tertipli olsun. Modernist üslup işte budur. Geleneğin her türlüsünü köhne görüp, burun kıvırır. Nyerere’nin ve Lenin’in devlet köyleri bu yüzden geleneksel köylere hiç benzemez. Geleneksel olana tümüyle sırt çevirir. Yeni Delhi ile Eski Delhi’yi kıyaslarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Nijerya’nın başkenti Abuja. Onu da Japon bir mimara tasarlatmışlardı. Bir şehir ancak bu kadar Nijerya’ya benzemez. Google’dan bakın fotoğraflarına. Singapur da olabilir, Meksika da. Kimliksiz, ruhsuz bir şehir. İnadına böyledir zaten. Ülkenin en eski, en kalabalık, en Nijerya gibi olan şehri Lagos fakat başkenti sıfırdan yapmışlar 1990’da. Bunun onlarca örneği vardır. Filipinler’de 1939’da başkenti değiştirip sıfırdan şehir inşa etmişti Manuel Quezon. Şehrin adı da Quezon City. Ha ha. 1976’da yeniden Manila oldu. Bizde de İstanbul’un elinden alındı payitahtlık ve Ankara diye bir şehir inşa edildi. Tabii ki ızgara planlı. İstanbul ufak yüzölçümüne rağmen son derece engebeli, rengarenk, girift, kimlikli bir şehirdi. Izgara planı uygulamanın imkansız olacağı şehirlerin başında gelir herhalde. Böyle bir yer devletin gözünden nasıl görünür? Zapt edilemez, okunaksız, başıbozuk… Modernist bakış bu dağınıklığa tahammül edemez. Onu bir an evvel biçimlendirmek ister.
Şimdi gelelim alaturka müzik yasağına. Daha doğrusu Klasik Türk Müziği ve Türk Halk Müziği yasağına. Böyle bir yasak var. Önce onu söyleyeyim. Ufak bir kesim böyle bir yasak hiç olmadı gibi yapıyor. Bilmezden geliyor. Onları dikkate almıyorum. Bir kesim de diyor ki “insanlar kraldan çok kralcılık yaparak, Ulu Önder’in sözlerini kendilerince yorumlayıp böyle ucube bir yasak getirdiler ancak Ulu Önder’in bundan haberi yoktu.” Valla bunda da ciddiye alınacak bir yan göremiyorum. Esasen bu kararı Paşa mı almıştır, yoksa başkaları mı hiç ilgimi de çekmiyor. Kim aldıysa aldı. Geçmiş gün. Bunda kınanacak bir taraf bulamıyorum. Eskiden çok köpürürdüm. Yaşlandıkça uysallaşıyorum herhalde. Kınanacak bir taraf bulamıyorum çünkü bu modernist bakış tüm dünyayı ele geçirmişken bizim memleketin diktatörü bundan muaf olamazdı. İşin ucu yine biçime, ölçüye varacak şimdiden söyleyeyim. Batılılar eserlerini notaya almışlar, müzik teorisi hakkında bir dolu kalem oynatmışlar ve tüm dünya onların ölçüleriyle iş görür olmuş. Nedir o ölçü? 12’lik tampere sistem. Oturuyor mu bizim müzik bu ölçüye? Yok. Bir taraflardan taşıyor. E zaten doğru düzgün notaya da alınmamış. Ustadan çırağa, meşk yoluyla aktarılıyormuş. Olur mu yahu öyle şey. Arel-Ezgi-Uzdilek didinmişler ki bizim müziği tampere sisteme uyduralım. Uymuyorsa? O zaman fena.
Neyse, bitireyim artık. Çok uzadı. Modernist ideoloji ve onun önerdiği, kulağa ve göze çok cazip gelen tertip, biçim polikültürü bir kargaşa, dağınıklık olarak gördü, görüyor. 200 sene öncesine kadar hiç kimse şimdiki gibi ormanlar görmemiştir. Tek tip kereste fabrikaları. 40 küsur çeşit armut sayıyor Evliya Çelebi seyahatnamesinde. Ben pazarda sadece 3-4 tane görebiliyorum. Prisicilla Mary Işın, arkeolojik kazılarda elde edilen tohumlardan, günümüzde yok olmuş badem türlerini filizlendirmeye çalışıyor. Bütün şehirler birbirine benzemeye başlıyor. Her yerde aynı yemekler, aynı içecekler satılıyor. Her ülkenin sokaklarında aynı mağazalar var. Modernizm denen şey ya da bunun uygulamadaki hali dünyanın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri hatta belki de ilki galiba. İşin ucu müziğe bile geldi. Müzik bile her yerde aynı. Kokusuz domates gibi; gürbüz, pırıl pırıl, tertemiz ve yavan. Atatürk Türk Müziği’ni yasaklamış, yasaklamamış önemi yok. Şablona uymayan diğer müzikler gibi (gamelan, şeşmakam, jakhe…) bu da zaten ölecekti. Dünyanın bütün ormanlarını ehlileştir, tüm arazilerini düzenle, şehirleri okunaklı şekilde planla, uluslararası ticaret ağlarıyla her yeri işgal et, midenin ekşimesine bile tahammül edemeyip talcid çiğne, soğuğa dayanama, sıcağa katlanama, kitabını bile Amazon’dan söyle, en bakir yaylalara kadar asfalt yol döşe sonra da yeni bir Hacı Arif Bey’in gelişini bekle.
Maalesef.