Müzikte ölüm teması ve bu temanın nasıl işlendiğiyle ilgili dişe dokunur hiçbir şey bulamadım. Hayret. Literatür, hangi yaraya merhem olacağını kestiremediğim binlerce yazıyla dolu. Neyse, bari ben yazayım dedim ama öyle altından kolay kalkılacak iş değilmiş. Sündükçe sündü. İkiye böldüm ben de. Bakalım.
Bulabildiğim ilk örnek Media vita in morte sumus. 10. yüzyılda yazıldığı tahmin ediliyor.
Hayatın ortasında, ölümün içerisindeyiz, senden başka kimden merhamet isteyelim ya Rab?
Sensin günahlarımızdan ötürü hoşnutsuz olan. Halıksin, Cabbarsın, Rahmansın, Fettahsın.
Bizi acı ölüme teslim etme.
Tercüme esnasında özgün metni epey tahrif ettim sanırım ama tarif edilen duyguyu iletmeyi başardığımı umuyorum. Heri mundus exultavit var bir asır sonra. “Hayatın işkencelerine, asla yıkılmayacak bir krallık için göğüs gerin. Ölüm doğumun başlangıcı olacak” diyor. Bundan sonraki örneği üç asır sonrasında bulabildim: Machaut’un Plourés, dames, ploures vostre servant’ı. Bu bir ballad. Din dışı bir iş yani. 1361’de yazmış. Yüreğini, zihnini, arzularını ve gücünü Tanrı yoluna adamış olan bir adamın şarkısı. Hayır duası istiyor. “Yalvarırım dua edin benim için yoksa doğaya olan borcumu ödemeye mecbur kalacağım (ou paier criens le treu de nature)” diyor. 40 yıl kadar sonra da Johannes Ciconia bir şarkı bestelemiş: Merçe o morte. Merhamet yahut ölüm. Ağırbaşlılıkla ve dindarca ölmekte olan birinin vedası. 1550 civarında Lassus, Si bona suscepimus’u yazmış. “Üryan geldim, gene üryan giderim” (Nudus egressus sum de utero matris meae, et nudus revertar illuc) diyor. “Rab verdi, Rab aldı” kabilinden bir şeylerle de devam ediyor.
Tamam. Şimdilik biraz duralım ve neler olduğuna bakalım. Dikkat çekmek istediğim ilk şey 15. yüzyıldan evvelki metinlerde, şarkılarda ölüme pek az rastlanması. Homerik İlahileri bile eşeledim, ı ıh. Ölümün acı bir şey olduğu dışında pek bir şey görmüyorsun. 13. yüzyıl sonrasında tasvir biraz daha detaylanıyor, görüntü azıcık berraklaşmaya başlıyor. “Ölüm var ve hak ancak mümkünse zamansız ve acılı olmasın. Allah sıralı ölüm versin. Ondan geldik ona döneceğiz (inna lillahi ve inna ileyhi raciun)”.
Falan filan…
Sonra 15. yüzyılda iki büyük esere rastlıyorsun: Ars moriendi ve Danse macabre. Ars moriendi Latince bir metin. Hristiyanlar için yazılmış. “Filozoflar, bedenin ölümünü felaketlerin en büyüğü olarak görmüşler lakin asıl felaket ruhun ölümüdür. Bu yüzden insan ölmek sanatının sırlarına vakıf olmalı, ölmeyi bilmelidir.“ diye afili bir girişi var ama gerisi fiyasko. Sıkıcı bir nasihatler yekünü. Metnin omurgasını amel defteri fikri oluşturuyor. Liber vitae. 15. yüzyıl sonuna ait olan bir freskoda tasvir edilmiş ilk defa. Albi Katedrali’nde bulunuyor (Fransa). Nihai Yargılama Freskosu.
Ellerinde amel defterleriyle yürüyen insanları görüyorsunuz değil mi? Bu defter 15. yüzyıl sonunun ürünüdür. Daha evvelinde de kıyamet günü, büyük yargılama temalı tasvirler yapılıyor tabii ama onlarda deftere rastlayamazsın. 12, 13 ve 14. yüzyıllara ait örneklere baksanıza. Defter mefter yok.
Hatta bu fikir Akdeniz’e bile ulaşmamıştır 16. yüzyılda. Michelangelo’nun Son Yargılama freskini biliyorsunuz. Il Giudizio universale. Defteri burada da göremezsin. Albi Katedrali’ndeki freskler bu yüzden önemli. Amel defteri tasavvurunun görünür olmaya başladığı ilk yerlerden biri. Defter Ars moriendi’nin omurgasını oluşturur çünkü kitap boyunca görürüz ki ölmekte olan kişinin etrafı meleklerle, şeytanlarla sarılıverir. Razı geldiğin ölümü yatağında huzurla bekleme devri sona eriyor yani. Ölmekte olan kişinin yatağında amel defteri yazılmaya başlıyor. Yatak bir sınav yerine dönüyor. Bu sınavı nasıl başarıyla verirsin, kitap bunu anlatır (Tarihteki ilk “kendi kendine öğren” kitabı olabilir bu arada). Cimrilik fena şey, merhametli ol, kibirli olma vs. Ölüm gelip çattığında da gücün yettiğince dua et diyor: “Rabbim ruhumu sana teslim ediyorum”. Dua edecek takatın yoksa yanındakilerden biri yüksek sesle senin yerine dua edecek. Sonra? Sonra amel defterini yakınına iliştiriyorlar ve kıyamet günü çattığında bilançoya bakıyorlar. Ak göt kara göt dünyanın son gününde (dies illa) belli oluyor yani. 15. yüzyıldan önce kişi öldüğünde ruh, bedenden ayrılır ve beden bir posa haline gelirdi. Ruh cennetlik midir cehennemlik midir bunun kararı da çoktan verilmiş olurdu. Sadece kararın açıklanması son güne bırakılırdı. Fakat bu kitapta yargılamanın ölü yatağında başlaması ve kararın dünyanın son gününe bırakılması, defterin henüz kapanmaması, ölünün bir yanına iliştirilmesi işleri değiştirdi. Bedeni posa olmaktan çıkardı.
Danse macabre ise bir üslup, akım aslında. İlk kez 1424’te Paris’teki bir mezarlığın dış duvarlarındaki fresklerde görülmüş. Şimdi yerinde yeller esiyor. Günümüze ulaşmamış. Fakat Guyot Marchant bu resimleri tahta baskı ile kağıtlara basmış, bir de şiir iliştirmiş, 1485’te yayınlamış. Buradan görebilirsiniz resimleri. Hatta bir sene sonra da kadınlar için olan versiyonunu çıkarmış: Danse Macabre des Femmes. Her iki metin de çok vasat. Sıkıcı dini nasihatlerle dolu. “Elimizde ne varsa başkalarından geldi ve elimizde ne varsa başkalarına gidecek; mal biriktirme hevesinde olan kendine zarar veren bir şaşkındır… (D’autruy vient tout, à autruy passe, Fol est qui d’amasser se blesse)” Kitabın ana teması şöyle özetlenebilir: “Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün, dünya kadar malın olsa ne fayda”.
Metinler sıkıcı olabilir ama ölüme bakışta önemli bir farklılık olmaya başladı. Görebildiniz mi? 15. yüzyıldan önce ölüm, yolculuğa çıkmak gibi bir şeydi. İnsan -şanslıysa- öleceğini bilir, sezerdi ve yatağına uzanıp ölümü beklerdi. Ölüyü ne yapıyorlardı peki sizce? Tabutla toprağa yerleştirip, üzerine kabir yapıp, başına da taş mı dikiyorlardır? I ıh. Büyük ve derin çukurlara gelişigüzel atıyorlardı. Ekabir başka tabii. Sıradan halktan bahsediyorum. Fosses aux pauvres deniyor bunlara. Yoksul çukurları! Halk çok fakirmiş, tabuta verecek parası yokmuş, ölülerini çukurlara gömüyormuş… Yok. Öyle değil. Ölünün, daha doğrusu ölmüş bir bedenin o zamanki zihinler için bir manası, kıymeti yok. Esas olan ruh, gerisi posa. Kutsal kabul ettikleri metinler de aksini söylemiyor zaten. Hakka yürüdü… Allah rahmet eylesin. Bu kadar. Kanser Koğuşu’nda Soljenitsin, sıradan halkın ölüme bakışını harika tasvir eder: “Ölüme karşı direnmez, savaşmazlar. Ölmeye gidecekleriyle övünürler. Onu sükunetle kabul ederler. Kendilerini iyi zamanlarda ölüme hazırlar, katırı kimin, tavuğu kimin alacağına karar verirler. Ve sanki yeni bir eve taşınıyormuşçasına kolayca yola çıkarlar”. Ölümün eski insanlar için dehşet uyandırmadığı çok açık ama ölümün yanında olmaktan da rahatsız olmuşlar. Yoksul çukurlarını yerleşim yerlerinden uzaklara kazmışlar. 15. yüzyılda ölüm erotik hatta belki pornografik bir şeye dönüşüyor. Danse Macabre’de ise ortaya çürümüş cesetler, mumyalar, kemikler çıktı. 15. yüzyıldan önce ceset, mumya vs. tasvirine hiç rastlanmadığını yazıyor Phlippe Aries. Fotoğraftaki heykellerin, rölyeflerin tümü 15. yüzyılın ürünü. Ne tuhaf değil mi?
İşin ucu tabii ki 14. yüzyıldaki veba salgınına gelecek. Neredeyse nüfusun üçte biri ölmüş. Yoksulluğu, dehşeti hayal etsenize. Ölüleri gömmek bile zul gelmeye başlamış. Fransa’nın şehirlerine kurtlar, çakallar dadanmış cesetleri yemek için. Yatakta ölme faslı, ailecek söylenen dualar, rahiplerin seslendirdiği Requiemler… Hepsi bir kenara bırakılmış. Ölüm çürüyüş olarak görülmeye başlanmış. Çürümeyi de insani bir zaaf, bir zayıflık işareti bellemişler. Veba etkisini kaybetmeye başladıktan sonra da terk edilen ritüellerin yerine çok daha çetrefilli ve zahmetlilerini koymuşlar. Bundan böyle ölüm (çürüme) sakınılması gereken bir şey olacak. Bir posa olarak görülen beden, ruhun zaaflarını yansıtan bir kıyafete dönüşecek. Zamanı geldiğinde doğaya ödenecek bir borç olan hayat, tükenebilen ve bize ait bir şey haline gelecek.
Sonraki dönemin habercisi olan eser Ockeghem’in bir ağıtı (lament): Mort tu as navré de ton dart. Binchois için yazılmış: ”Ey ölüm, okunla yaraladın” diye başlıyor ve Binchois’in iyi bir mümin olduğundan bahis açıyor. Sonra da katılımcılardan hayır dualarını esirgememelerini istiyor… Yani 15.yüzyıl sonunda “başkasının ölümü” keşfediliyor. Tırnak içindeki tabir Philippe Aries’e ait; Western Attitudes Toward Death from the Middle Ages to the Present. Fransız ve Flaman Okulu bestecilerinin motet ve madrigallerinde “başkasının ölümü” de bir tema oluyor artık. Bu temanın izini gelecek bölümde İngiltere’de süreceğim. Şimdilik burada kalsın.