İngiltere Kilisesi’nin Roma’dan ayrılması I. Elizabeth’in babası (VIII. Henry) döneminde oldu biliyorsunuz. Fakat Henry Katolik’tir. Elizabeth ise Protestan. Hem dindar hem de öncü bir kadın. Pek çok teamül ve ritüelin temeli onun devrinde atılmış. İngiltere’de cenaze müziği besteleme işi Thomas Morley [1557-1602] ile başlar. Dirge Anthem. Tanrı’nın ağzından geride kalanlara seslenerek başlar: “Bana inananlar hiçbir zaman ölmezler”. Şöyle de bitirir: “Ne bu dünyaya bir şey getirebiliriz ne de ondan bir şey götürebiliriz. Allah verir, Allah alır…” Elizabeth’in tahta çıktığı yıl bestelemiş. Cenaze merasiminde de bu parça söylenmiş. Dini bir müzik yani. Morley’den sonraki diğer cenaze müziği bestecisi de Thomas Tomkins [1572-1656]. Selefininkine benzer çizgide şeyler bestelemiş fakat Morley’den bir yerde ayrılmış: A Sad Paven for these Distracted Tymes. Sözleri olmayan, hüzünlü, dindışı bir şarkı bu. Sözü olmadığı halde ölüm konusunu işleyen başka müzik bilmiyorum bundan önce. Tomkins’ten sonra da Purcell [1659-1695] geliyor tabii. İngiliz müzik tarihinin şahikasıdır. II.Mary’nin cenaze müziklerini bestelemiştir. Merasimdeki müziklerin ekseriyeti dini müziklerdir ancak içlerinden biri marştır. Otomatik Portakal’da da çalar hani. Çok kuvvetli ve çarpıcı bir müzik. Elem alayı.
Bu merasim, müzik tarihinin dönemeçlerinden biridir ama nedense pek üzerinde durulmamış. Kraliçe Mary’den önce de cenazelerde ağıtlar yakılırdı tabii. Robert Garland (The Greek Way of Death) bu manzarayı kitabında etraflıca tarif eder. Göğsünü yumruklayan, kanatıncaya kadar yanaklarını tokatlayan, abartılı gözyaşları döken kadınlardan oluşan profesyonel bir “ağıt” ekibi, sazsız şekilde şarkılarını söylerlerdi. Şarkıların resitatif formda olduğunu yazmış. Konuşur gibi yani, melodiden yoksun. Baş ağıtçı bir söyler, gerisindekiler onu tekrar eder. Düet gibi. Bir ara buna değinmiştim sanırım; ağıtçılık neden kadın mesleğidir? İlginç bir mesele gerçekten. Önceden verdiğim cevabı okudum da hiç beğenmedim. Neyse, M.Ö. 300- M.S. 500 arasındaki cenaze merasimleri üç aşağı, beş yukarı böyleydi işte. Tabii bunlar ekabir cenazesi. Fakirinki böyle teferruatlı değildir muhtemelen. 16. yüzyıla kadar da müziksiz devam etti törenler. Elizabeth ile birlikte cılızca sesi geliyordu, II.Mary ile birlikte gümbür gümbür duyulur oldu. Öyle ki müziksiz bir cenaze merasimi düşünülemez oldu. Bu yüzden müzik tarihi açısından önemli bir olaydır bu cenaze.
İngiltere’nin dışına da bakalım biraz. Jacobo Peri’nin Euridice operası ile birlikte ölüm teması ilk kez operada işlenmiş oldu. Yıl 1600. 8 Sene sonra Monteverdi’nin Orfeo’su aynı temayı işler. Şüphe yok ki daha meşhur ve kusursuz bir numune. Orfeo ve Euridice birbirlerine aşıktır. Şenlikli bir düğün tertiplerler. Bu sırada Orfeo’ya acı haber gelir. Euridice’yi yılan sokmuştur. Orfeo Hades’e inmeye ve ölü eşini hayata döndürmeye gider. Orada meşhur ağıtı söyler: Tu se morta, se morta mia vita.
“Sen şimdi ölüsün, benden koparıldın ve ben nefes almaya devam edeceğim öyle mi? Bunu kabulleneceğim öyle mi? Hayır. En derin uçurumlara kararlılıkla inip, gölgeler kralının kalbini yumuşatacağım ve seni tekrar yıldızları görmen için geri getireceğim. Eğer kahpe felek buna razı gelmezse, ben de kalacağım seninle o derinliklerde. Elveda toprak, elveda güneş, elveda sema…”
Francesco Cavalli’nin Giasone’sindeki (1649) Lassa, che far degg'io? (Ne yapabilirim Lassa?) da İtalyan operasında ağıtın ilk örneklerinden sayılır. Pek bilinmeyen birinden bahsedeceğim: John Blow. 1683’te Venus ve Adonis operasını bestelemiş. Opera’nın İngiltere’ye ilk teşrifi. Son bölümde çok çarpıcı bir ağıt vardır.
Purcell’in meşhur Dido and Aeneas’ı bundan 6 sene sonradır. Bir bakıma Blow, Purcell’in selefi, hocası, habercisidir. When i am laid in earth’ü buna göre değerlendirmek gerekir. Sonra Handel’in Acis and Galatea’sı (“and take me dying to your deep abodes” - 1718) gelir. Başkasının ölümü operanın dışına da taşar ve dini müzikte de işlenir. Crucifixus yani çarmıha geriliş. Temayı ilk işleyen İtalyan besteci Antonio Lotti. Bu zamana kadar işlenmemiş mi? Tabii ki işlenmiş. Neredeyse 5.yüzyıldan beri Latince passionların okunduğu biliniyor kiliselerde. Fakat bunlar çoğunlukla resitatif şeyler. Melodiden yoksunlar. Pasyonların melodiyle kavuşması 15.yüzyıl. Jacobus Obrecht yazmış: Summa Passionis. Fakat söylediğim gibi bunlarda ölümün ve acının tasvirinden çok, ölüm ve acı üzerinden verilen nasihatleri görürsün. 15. yüzyılla birlikte Meryem’in ağzından İsa için yakılan ağıtları duymaya başlarsın. İlk örnek Johannes Reborch’a ait: Bordesholmer Marienklage. İsa’nın çektiği acı yerine annesinin çektiği acıyı tasvir ediyor. Yani merkezde İsa’nın ölümü, bizler için katlandığı ıstırap yok; annesinin evlat acısı var. Başkasının ölümü. Bu temanın zirvesi J.S.Bach’ın Si minör mass’indeki Crucifixus bölümü. Operadan dini müziğe sirayet eden başkasının ölümü; yine J.S.Bach ile beraber sözsüz, dindışı müziğe sirayet ediyor: Ist eine allgemeines Lamento der Freunde. Passacaglia formunda, sürekli kromatik olarak küçülen şahane bir ezgi. Peki sözler olmadan, sadece melodi ve armoniyle nasıl tasvir edilir ki ölüm karşısında hissedilenler? Bakın buraya bir ses kaydı ekledim.
Sırasıyla Franceso Cavalli, John Blow, Henry Purcell, J.S.Bach ve Handel’in ağıtlarından yarım dakikalık kesitler koydum. Hepsinde de kromatik düşüşlerle tane tane çözülen ve karar seste dağılan bir disonansı duyuyoruz. Ve hepsinde de ezgi, omurgayı oluşturan ve sürekli tekrar eden bu yürüyüşün üzerine inşa ediliyor. Daha önceden bir yazıda bahsi geçmişti; “doruk Batı icadıdır” demiştim. Sürekli ufalanan, küçülen ve nihayet dümdüz olan bir doruk şeklinde tasvir ediliyor ölüm. Öyle anlaşılıyor. Bu üslup, bu sembolizm 15. yüzyılın icadıdır. Etkisi 18.yüzyılın sonuna kadar sürer.
Bu kadar örnek yeter. Toparlama zamanı. Batılı insan, 15.yüzyıldan önce ölümün sadece tek yüzünü görebilmişti: Geçicilik. Fakat ölüm fikri aynı zamanda yatıştırıcı da bir fikirdi. “Ölmek gerekli, bu kesin” (morir fault, c'est chose certainne). Ve hatta “ölmekten memnun olmalı, çünkü bizi kaygılardan kurtarır” (De mort devez estre contens, car de grand soussy vous delivre). 15. yüzyıldan sonra ölümün bir başka yüzü daha görüldü: Hayatın kısalığı. Her yerde kol gezen ölüm, hastalık, sefalet ve çürüme insanları hayatı küçümsemeye itti. Tasvirlerde görülen, metinlerde okunan çıplak ve çürümüş bedenler, kurtlar tarafından parçalanan iç organlar… “Ölümün dünyevi yanına bu kadar güçlü şekilde bağlanan düşünce mümince olabilir mi?” diye sorar Huizinga. Korkuyla sınanan insanın mutluluktan ve güzellikten vazgeçişidir bu tavır. “Aşırı bir nefse düşkünlük ve hayata bağlılık karşısındaki tepki” . Fakat ölümün yeni keşfedilen bu yüzünde teselli edici hiçbir şey yok. İnsanları korkutan sevdiklerinin kaybı değil, ölüm kaygısı olmaya başlar. Acılara son veren, kurtuluş olarak görülen ölümün hiçbir tatlı, huzurlu tarafı kalmaz. 18. yüzyıla kadar Batılı bu iki uç arasında gider gelir: Dünyevi şeylerin kısalığına üzülme ve ruhun kurtuluşuna sevinme. 18.yüzyılın sonuyla beraber yeni bir yüzü daha görülür ölümün. O gündelik hayattan, toplumun ritüellerinden, tekdüzelikten koparan; insanı esrarlı, bambaşka bir dünyaya daldıran bir ihlaldir. Neredeyse arzulanır, güzelliğiyle hayran bırakan bir şeye dönüşür. “İnsanlar artık, yalnızca ölmekte olan kişinin yatağının başında veya ölenin anısı karşısında altüst olmamaktadırlar. Bizatihi ölüm düşüncesi onları duygulandırmaktadır” der Aries.
Yeni dönemin abide eseri Beethoven’ın 12 numaralı piano sonatının 3. bölümüdür: Marcia Funebre, sulla morte d'un Eroe. Yıl 1801. İki yıl sonra bir tane daha besteliyor: 3 numaralı senfonisinin 2. bölümü. Bu iki eseri dinlediğinizde geçmiş yüzyıllardaki üslubun izlerini göremezsiniz. Ağır tempolu, ufalan, sönerek biten ezgiler yoktur bunlarda. Tam tersine heybetli, gür sesli, göğüs geren, kahramanca şeylerdir bunlar. Chopin’in cenaze marşını hatırlayın. Sürekli tekrar eden bir yürüyüş vardır ancak ufalmaz, gürleşir. Handel’in “And take me dying to your deep abodes”i ile kıyaslayın. Bakın aşağıdaki grafikte iki parçanın ses düzeylerini göreceksiniz. Demek istediğimi anladınız değil mi?
Charles Valentin Alkan’ın op.39 no:5’i, Hector Berlioz’un Grande symphonie funèbre et triomphale’si, Mendelssohn’un op.62 no:3’ü, Schumann’ın 44 numaralı Piyano Beşlisinin İkinci Bölümü, Lizst’in Funérailles’i … Bu zamana kadar yalnızca Purcell’in bestelediği bir cenaze marşı vardı hatırlarsanız. Bir asır sonrasında cenaze marşlarında dikkat çekici bir enflasyon görülüyor. Üstelik Purcell’inkinden oldukça uzak bir üsluptalar. Biri vakurken öteki azametli. Hatta neredeyse gösterişli.
Balzac’ın Tılsımlı Deri’si (“her intihar kendi melankolisi içerisinde görkemli bir şiirdir”), Goethe’nin Genç Werther’in Acıları, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ü, William Wordsworth’un Argument for Suicide’i, W. B. Yeats’in Death’i, Shelley’in Epipsychidion’u … Bu eserlerin 18 ve 19. yüzyıllar arasında yazılması tesadüf değildir. Keza Heinrich von Kleist’ın (“ölümlerin en görkemlisi ve en şehvetlisi”), Nerval’in, Thomas Chatterton’ın -henüz 17 yaşındaki- intiharı… Hepsi aynı döneme denk düşer. Paul Westover bu dönemi nekromantisizm diye adlandırır. Sakinleştirici ve kurtarıcı olan ölüm, kaçınılması gereken bir çürümeye ve şimdi de kahramanca bir eyleme, kendini adamaya dönüşür. Theodore Faithfull bu modayı “saldırganca bir eşcinselliğe” benzetir: “Kendini yok etme düşleri ve büyük olasılıkla çoğu intihar vakası, narsisist bireylerin, cinsel anlamda kendilerine saldırıp, kendilerini bu yolla var etmek amacına yönelik arzu ya da girişimlerdir.” Ben o kadarını bilemem. Bu moda 20. yüzyıl başında etkisini tamamen kaybetti ve kitsch bir şeye dönüştü. Jacques Rigaut bir asır evvel intihar etseydi bu romantik bir eylem olarak görülürdü. Fakat onun ölümü absürt, sürrel, dadacı vs. bulundu. Bu modanın müzikten silinişi yumuşak biçimde oldu. Bela Bartok’un Dört Dirge’si, Gustav Holst’un Dirge ve Hymenal’i, Mahler’in Kindertotenlieder’i (20. yüzyılın az sayıda şaheserinden biridir), Dvorak’ın Holoubek’i, Debussy’nin Elegy’si vs. vs. tümü 1900-1915 arasında yazılmış eserlerdir (Sibelius’un In Meomiram’ı bu devrin istisnalarından biridir. Modası geçmiş bir böbürlenmedir). Bu müziklerde romantik dönemdeki gösteriş, heybet ve gürültü yoktur. O üslup yumuşamaya başlamıştır. Nihayet Birinci Dünya Harbiyle beraber de Klasik Batı Müziği can çekişmekte olan bir müziğe dönüşmüştür. 21. yüzyılla beraber en ufak bir canlılık belirtisi kalmamıştır. Çizgiyi ortadan bir yerden çekelim; diyelim ki 20. yüzyılın ilk yarısıyla beraber Batılının ölüm karşısındaki tavrı günümüzdeki halini almıştır. Ölüm artık teknik bir meseledir.
Birinin öldüğünü nasıl anlarsın? Birinin öldüğüne kim karar vermeli? Saçma geliyor olabilir kulağınıza bu sorular ama şöyle bir etraflıca düşünün isterseniz. Bin yıllardan beri birinin ölü olup olmadığına ailesi karar verir. Nabzı hissedemez, soluk alışverişlerini duyamaz, cildin morarmaya başladığını görür vs. vs… sonra der ki “öldü”. Ölümün ne olduğuna bir asırdan beri doktorlar karar veriyorlar. Klinik ölüm, beyin ölümü, biyolojik ölüm, somatik ölüm, moleküler ölüm, ‘doğal ölüm’ gibi kavramların tümü son asrın icadıdır. Ölüm tedavinin sona ermesiyle ortaya çıkan ve doktor tarafından belgelenen teknik bir olguya dönüşmüştür. Artık onun için hazırlık yapan, onu razı olmuş şekilde bekleyen falan da pek kalmadı. Zayıflık gibi görülüyor belki. Bilmiyorum. Ve ölüm olabildiğince hayatın dışına itildi, yeri değişti. Artık neredeyse kimse yatağında, sevdikleri yanındayken ölmüyor. Bu iş için hastaneler ve sağlık çalışanları var.
Geoffrey Gorer’den bir alıntıyla final yapalım: “Ölüm 20. yüzyıl ile beraber bir tabu oldu ve seksin yerine geçti. Eskiden çocuklara leylekler tarafından getirildikleri söylenir ama ölmekte olan kişinin yatağı çevresinde düzenlenen törenlere muhakkak kabul edilirlerdi. Bugünse çocuklar erken yaşlardan itibaren seks fizyolojisi konusunda bilgilendiriliyorlar fakat dedelerini uzun zaman görmeyip de şaşkınlıklarını belirttiklerinde, onlara dedelerinin güzel bir bahçede çiçeklerin arasında olduğu söyleniyor.” -Death, Grief and Mourning in Contemporary Britain