Fotoğrafta gördüğünüz ihtiyarın adı Han van Meegeren. II.Dünya Savaşı sona erdiğinde, Nazi mareşali Göring’in koleksiyonu müttefik devletlerin eline geçer. Koleksiyonda, o zamana dek bilinmeyen bir Vermeer tablosu bulunur: Christus en Overspelige Vrouw (İsa ve Günahkar Kadın). Alışverişin izini sürünce işin ucu Han van Meegeren’e uzanır. “Sen nasıl Nazilerle iş birliği yapar, onlara bizim kültür mirasımızı satar, peşkeş çekersin” diye sorgulamaya başlarlar adamı. İdam cezasıyla yargılanan Meegeren, tablonun sahte olduğunu söyleyerek kendini savunur. Mahkeme bu savunmayı inandırıcı bulmayınca ressamı er meydanına davet eder. Uzmanlardan oluşan bir heyetin önünde Vermeer’in Jesus unter den Schriftgelehrten tablosunu resmetmesi istenir.
Herkesin hayretle izlediği ressam, 1938 yılında çok fahiş bir fiyata satmış olduğu Vermeer’in de (De Emmausgangers) sahte olduğunu söyleyince ortalık iyiden iyiye karışır. Çünkü satışın yapıldığı gün Hollandalı sanat tarihçilerinin en kıdemlisi olan seksen yaşındaki Dr. Abraham Bredius resmi incelemiş, dört sahicilik testine tabi tutmuş ve resmin Vermeer’e ait olduğunu ilan etmişti. Meegeren, bunca uzmanı tufaya düşürebilmek için eski belgeler üzerinde çalışmış, özgün pigmentleri yeniden üretmiş, yağlıboyalar üzerinde simyacı gibi deneyler yapmış, resimlerini antikacılardan satın aldığı değersiz 17. yüzyıl tuvalleri üzerine yapmış. Paris galerilerinde sergilenen pek çok Vermeer’in de kendi resmi olduğunu iddia edince uzmanlar homurdanmaya başlar. Duruşma bitiminde şunları söyler Meegeren:
“Dün bu resim milyonlar değerindeydi. Tüm dünyadan eksperler ve sanatseverler onu görmeye gelirdi. Bugün kimse bu tabloyu görmek için yolun karşısına bile geçmez. Bedava bile olsa. Fakat resim değişmedi. Farklı olan ne?”
Bu fotoğrafta gördüğünüz kişi de Chang Dai-chien. Çin’in Picasso’su olarak biliniyor. Sık sık yaşadığı ülkeyi değiştirmiş, dört kadından 16 çocuk sahibi olmuş, 30bin küsur resim yapmış, son derece enteresan, şöhretli ve zengin bir adam. Sonra James Cahill isminde bir uzman çıkıyor ve bir sempozyumda ressamın erken dönem başyapıtlarının hatırı sayılır bir kısmının “çakma” olduğunu ilan ediyor. Şuradan okuyabilirsiniz detayları. Tabii bu sırada adamın mezkur resimleri dünyanın pek çok afili galeri ve müzesinde sergileniyor. Meegeren hadisesi ile bu hadise arasında bir nüans var tabii. Meegeren kendi yaptığı resimleri başkasının resimleri gibi sergilerken, Chang Dai-chien başkasının resimlerini kendi resimleri gibi sergiliyor. Fakat Chang Dai-chien’in çok ilginç bir savunması var. “Bu eserler sahte falan değil. Çoğu, yazılı tanımlamalardan okuyarak resmettiğin kayıp resimler. Bir kısmı da özgün olanın birebir kopyası değil, benim yorumumdur. Ben eski ustaların izini devam ettirdim. Onların külliyatları geriye dönük olarak sürdürülüp, değiştirildiği ölçüde yaşayabilir.”
Şimdi ilginç bir yere geldik işte. Byung-Chul Han, Çince’de iki farklı “kopya” olduğunu yazıyor. Birisi fancipin (仿製品) öteki de fucipin (複製品). Aralarındaki farkı daha iyi anlayabilmek için bu kelimeleri wiktionary’de falan da aratabilirsiniz. Fucipin (複製品) özgün olanın birebir kopyasıyken fancipin (仿製品) özgün olandan farklı imitasyonlardır. Çinliler özgün olanın birebir kopyasını, özgün olana eşit değerde görüyorlarmış [Byung-Chul Han (2021); Çakma: Çince Yapıbozum. Çeviri: Sibel Atam. Telemak Kitap]. İse Tapınağı’nı duydunuz mu? Japonlar bu tapınağın 1300 yaşında olduğunu söylüyor fakat işin tuhafı her 20 yılda bir tapınağı yıkıp, en baştan inşa ediyorlar. UNESCO da ne yapmış, tapınağı Dünya Mirası listesinden çıkarmış. Çünkü orijinal değil. Batı ile Uzakdoğu arasındaki fikir uçurumunu görüyor musunuz? Biri diyor ki “kopya özgünden daha özgündür, bina ne kadar eski olursa özgünlüğünden o denli uzaklaşır. Onu yaşatmanın yolu taklittir. Taklit, eserin sanatçı ile bağını kopararak onu özgün bir esere dönüştürür.” Öteki diyor ki “ama bu özgün değil”.
Uzun bir prelüd ile kaygan olmayan bir bağlam inşa etmeyi başardım galiba. Şimdi gelelim konuya. Güneş Özgeç ve Taner Yücel’in geçen hafta yayınladığı single: Bir Rüya. İkili şarkıyı şu sözlerle takdim etti:
”Türkçe Pop’un kendini bulduğu 90’lı yıllara duyduğumuz sevgi ve hayranlığa ‘Bir Rüya’ ile selam çakıyor ve dinleyiciyi bizimle birlikte 90’lara doğru bir yolculuğa davet ediyoruz.”
Bu parça bir kalpazanlık öyküsünün nesnesi değil elbette. Daha evvel bestelenmiş bir parçanın cover’ı yahut icrası da değil. Peki özgün bir iş mi? Yazının sorusu bu. Cevabını da hemen vereyim: Hayır, değil. Şarkı, bir dönemin üslubunun ve tekniğinin taklidi. Bu söylediğime kimsenin itirazı olmaz herhalde değil mi? Şarkının teknik ve üslubu hakikaten kusursuz. Öyle ki bestelerken bile dönemin tekniğini gözetmiş, Intro, A-B (nakarat); Intro, A-B (nakarat) ve (nakaratın çevrimi olan bir) Outro formülü kullanılmış. Sözler ise tam bir rezalet. Kelime dağarcığının bu denli kısıtlı oluşu hor görülmesi gereken bir fakirlik. Wordle mı oynar, sözlük mü okur bilemem ama Güneş bir an evvel bir şeyler yapsa iyi olur. Neyse. Kısacası şarkı üslup ve teknikten ibaret. Yani ‘öz’den yoksun. İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını düşünelim. O da bir dönemin üslubunu taklit ederek ürün veriyor değil mi? Fakat anlattığı hikayeler ve öykülerin kurgusu, taklit ettiği dönemden bir hayli farklı. Yani ortada yazara ait, biricik, emsalsiz bir cevher var. Bu cevher başka başka devirlerin donlarına ve renklerine bürünerek vücud buluyor. Bu yüzden İhsan Oktay Anar’ın eserleri kişilikli, ciddi, okumaya değer sanat eserleri olarak değerlendirilir. Karşı kutbuna ne koyabiliriz? Murat Menteş. Sürükleyici, eğlenceli, melodik bir üslupla sarmalanmış kofluk. Zevkli mi okumak? Evet. Fakat bu eğlenceliktir, çerezdir. 10 sene sonra kimsenin tevessül etmeyeceği, kolayca bayatlayacak ürünlerdir. Çünkü özden ve hakiki bir duygudan yoksundur. Güneş ve Taner’in yaptığı şey de en fazla birkaç hafta taze kalabilecek bir çerezdir. Fazlası değil. Bir şeye daha değinmek lazım, o da şu 90’lar nostaljisi. Altın Gün de bir şarkı paylaştı: Cips Kola Kilit. Sahiden berbat bir şarkı. İyi birer işçi olan Altın Gün’ün özden yoksunluğun delili olarak görüyorum. Coverları dinlenirken ‘özgün’ ürünleri herkes için bir hayal kırıklığı oluyor. Çünkü söyleyecek sözleri yok. Nostaljiden medet umuyorlar. Öyle anlaşılıyor ki nostalji, kendi sesini bulamamış, kendi üslubunu yaratamamış kuşağımız için var olmamaya duyulan bir özlem halini almış. Eskiden gaye kendi kimliğini, kendindeki cevheri sunmak, daha çok var olmaktı. Şimdi ise iyi işçilikle ambalajlanmış bir kofluktan başka görecek şey yok gibi.
bu nostalji bile değil, başkasının nostaljisinin suyunun suyu. daha dişlisi ve 10 sene evvelinden yapılmışı olanı için bknz. boy harsher.