Don’t Look Up ismini geçen haftalarda her cihetten işittim. “Yenge filmi izledin mi?”, “Mutlaka izle”, “Çok acayip film”
Falan filan…
Daha önce de kerelerce dedim: Bir konuda herkes mutabıksa, kanaatlerinin yanlış olduğunu varsayarım. Herkesin konuştuğu bir film, müzik, haber vs. varsa kulaklarımı, gözlerimi ona kapamaya çalışır, kaçabildiğim kadar kaçarım. Ben yakalanana kadar gündem çoktan tavsamış olur. Don’t Look Up için de böyle oldu. Filmi izlemeyenler için ufak bir tanıtım yazısı yazayım:
”Bilim insanları semada bir göktaşı keşfederler. Hesaplamalarına göre bu taş muhakkak dünyaya çarpacak ve bu da insanlığın sonunu getirecektir. Ancak insanlar bu konuda bile kutuplaşırlar. Ortak akıl ve ortak tavır inşa edemedikleri için felaketi önleyemezler.”
Filmi izleyip beğenenler ağız birliği etmiş gibiler. Film çok gerçekçiymiş. Göktaşına inanmayan aptallar üzerinden günümüzün aşı karşıtlarını, komplocuları sivri bir dilli yeriyormuş. Öte taraftan da ABD bürokrasisini, yeni dünya düzenini, büyük sermayedarları falan hicvediyormuş. Kara mizah böyle olurmuş.
Dünyaya, dünyayı yerle yeksan edecek bir göktaşı çarpması ihtimali mi daha fazla yoksa küçük bir grubun insanları felaket senaryosu ile kandırıp bundan menfaat devşirmesi mi? Bilim dergilerini düşünelim. Bunların serverleri Nature, Cell ve Science değil mi? Sizce bilime hizmet etmek, hakikat arayışına havari olmak gibi bir dertleri var mıdır? Sanmıyorum. Yayıncıların ille-i gayesi para kazanmaktır. Öyle olmasa Alexandra Elbakyan’ı tehdit olarak görürler miydi? Aynı şekilde akademik literatürün hatırı sayılır kısmını fonlayan ilaç sanayisinin de esas hedefi kârdır. Bunda da tuhaf bir yan yok. Tuhaf olanı yayıncıları, ilaç sanayisini, akademiyi modern yalvaçlar olarak görmektir. Şunu demeye getiriyorum lafı: Filmin kahramanları olan bilim insanları düzenin zıddı değil asli öğeleridirler. Eskiden beri böyle miydi bilmiyorum. Düşünmekte fayda var ama günümüz için bu apaçık gerçeği acı da olsa yutmak gerekir. Filmdeki felaket senaryosu meteordu. Gerçek dünyada ise terörle mücadele, demokrasi, küresel ısınma, Covid falan var. Tıpkı filmdeki meteor öyküsünün semirmesi gibi gerçek dünyanın felaketleri de tüm siyaset kurumu, büyük sermayedarlar, güvenlik bürokrasisi ve medya organlarınca coşkuyla köpürtülüyor. Her türlü propaganda gibi bu filmin mesajı olan düzenin propagandası da midemi bulandırıyor. Diyor ki:
”Kapitalistler, medya, siyasiler (bilhassa popülist olanlar), para babaları, ordu… Hepsi ya aptal ya puşt ya da ikisi birden. Haydi hep beraber aşı olalım ve elektrikli araba kullanalım.”
Bu propagandadan rahatsız olan, ona kuşkuyla bakan insanların davranış kalıplarının altında yatan sebebi nasıl da şıp diye yakalayıveriyorlar: Aptallık! İman etmeyen herkes akıl almaz bir hızla karikatürleştiriliyor ve aptal ilan ediliyor. Bununla kalsa iyi, sesleri de kısılıveriyor.
”mRNA aşısı olursanız Covid-19 bulaştırmıyorsunuz yahut başkasına bulaştırma riskiniz çok az oluyor “ diyen haberleri, yayınları falan hatırlıyorsunuz değil mi? 7 ay evvel Nature’da böyle diyorlardı. Sonra hoşafın yağı kesildi ve gördük ki aşı, hastalığın bulaşmasını engellemiyormuş.
Olabilir. Bilim böyle ilerler zaten. Dener, savunur, yanılır; dener, savunur, yanılır ve bir yerde en az yanlışlanan veya yanlışlanamayan kanaatler eleğin üstünde kalırlar. Bugün eleğin üstünde kalan kanaat şu ki “herkes aşılanmalı ki hastalığın yayılması dursun” argümanı bilimsel olarak yanlış. Fakat buna rağmen “herkes aşılanmalı” temennisi hiç azalmışa benzemiyor. Biliyorsunuz pek çok ülkede kısıtlamalar öyle raddede ki aşısızlar konsere, markete falan bile alınmıyorlar. Bu kez de “aşı olmazsanız hastalanırsınız ve hastanelerin kapasitesi dolar” diyorlar. Bu kısıtlamalarla da aşısızları aşı olmaya ikna etmeyi umuyorlar (herhalde). Mısır, Bosna, Ermenistan, Bulgaristan, Ukrayna gibi ülkelerde aşılanma oranı %30’un altında. Sağlık hizmeti alımında eskiye nazarla güçlük çekiyorlar mıdır sizce? Hiç duyan oldu mu böyle bir haber? Salgının başında İtalya ve İspanya’nın halini duymayan kalmamıştı oysa? E öyleyse “herkes aşı olsun” diyenlerin argümanı ne? Bizleri düşündükleri için sağlık tavsiyesinde mi bulunuyorlar? Sanmıyorum. Gerçekleştirmek istedikleri kötü emeller mi var? Ona da aklım yatmıyor. İnsanlar hayatlarıyla ilgili kararlar alırken zorlanırlar, sıkılırlar. Etrafındakileri taklit etmek daha kolay gelir bazen. Herkes aşı oluyor, ben de olayım. Herkes maske takıyor, ben de takayım. Vs. vs. Hele ki kılavuzları cemiyetin ekabiriyse kendini gönül ferahlığıyla teslim eder. Encam, insan sürü hayvanıdır. Peki bu teslimiyet neye mal oldu? Salgın bahanesiyle yürürlüğe konan kısıtlamalar, devasa bir servet transferini de beraberinde getirdi biliyorsunuz. Bundan 5 yıl evvel, 400 kişi, dünyadaki tüm varlığın yarısına sahipti. Bugün sayıları 100’e düştü. Orta sınıf yok olmak üzere. Tek sebep salgın değildir belki ama en önemli ve hızlandırıcı faktörün salgın olduğu ayan. Joel Kotkin’in Spectator’deki makalesine mutlaka bir bakın. Yine salgınla beraber devlet ve polis gücü dizginlenemeyecek raddeye geldi. Seyahat etme özgürlüğümüz onulmaz bir yara aldı. İnsanların geçim kaynakları ellerinden alındı. Bundan geri dönüş olduğuna inanan var mı aranızda? Neyse kısa keseyim. Joe Rogan Spotify’da yayınlanan podcast’inde virolog Robert Malone’u konuk etmiş. Yayının transkripsiyonunu şurada bulabilirsiniz. Adam gayet nazikane şekilde bildiklerini ve düşündüklerini paylaşmış. De ki niyeti başka, dezenformasyon. Elindeki verilerle çürütmeye çalış bunu veya alaya al, hakaret et, aşağıla vs. Fakat düzenin unsurlarını arkana alıp karşındakini susturmaya çalışırsan işin rengi değişir. Neil Young’ın yaptığı budur. Neil Young gibileri bizim memlekette de var tabii.
Bilim31 olarak etiketleyebiliriz bunları. Bilim ile her sorunun cevabını bulabileceğini zanneden, bilimi yanılmaz ve mutlak gören bir zihin. Ha yanılırsa da bu bizim gibi yarım akıllı magandaların eleştiri ve şüpheleriyle olmaz. Bizler daha yumurta-sperm aşamasındayken hatta ana babamızın gözlerinde haylaz bir ışıltıyken döllenmesinin önüne geçilmesi gereken davarlarız. Bunlar tüm dünyayı bilimsel metodun ışığında modelleyeceklerine inanırlar. Dünya bu modele uymuyorsa sorun modelde değil dünyadadır. Gerekirse dünyayı modele uydururlar. Evvelki yazılardan birinde bahsettiğim “tarım devrimleri”ni hatırlayınız. Bilim31ci ruh hastaları dünyanın anasını böyle bellemişlerdi.
Üstelik bunlarda geri vites falan da yoktur. Öyle ya hep ileriye, daima ileriye… Öyle görülüyor ki bu ruh hastalarının afakı tüm dünyayı tutuyor ve bu histeri köpürdükçe bilim31ciler daha da pervasızlaşıyor. Yoksa yemişim Spotify’ı. Ben hala rutracker’dan albüm indiren eski kafalılardanım.
Gidişat bu. Orta sınıf yok oluyor.
Peki biz niye ülkemizde hala daha karnı tok sırtı pek baba parası müziği duyuyoruz?
Alkollü bir prozodi ile aşk, yalnızlık, filan fıskık dertlerini mırıldanan vokaller, "huzurlu" gitar tınıları, kapoyla inceltilmiş kovboy akorları, trampete bakir oğlan gibi ürkek ürkek dokunan bagetler, pentatonik "ayıp olmasın" soloları... kimler tarafından üretiliyor ve tüketiliyor?
Nerede iki milyon liralık modüler sentezleyici için konçerto yazan seçkinlerimiz?
Nerede suntadan mamül telli çalgıyla türküler yakan halk ozanlarımız?
Her diskuru postmodern olan tiplerin mevzu aşıya geldiğinde bilim31ci davranmaları beni delirtiyor. Ayrıca Joel Kotkin'in "The Coming of Neo-Feudalism: A Warning to the Global Middle Class" ı da bayağı güzel kitap. Spectator'daki yazının ileri okuması olarak okunabilir.