Gazinonun memleketimizde zahir olması 19. yüzyılın sonuna rastlar. Geçen yazıda bu devrin atmosferini birazcık tarif etmiştim. Bu devir Türk Sanat Müziği’nin altın çağının başlangıcı ve bitişidir. Başlangıcıdır çünkü bilhassa III. Selim döneminde bu müzik yönetici seçkinler tarafından benimsenmiş, desteklenmiş, takdir ve teşvik edilmiş. Bu tutum II. Mahmud devrinde de değişmemiş ancak evvelki devrin seçkinlerince gururla ve hatta böbürlenmeyle sahip çıkılan musiki, adeta guilty pleasure’a dönüşmüş. Batı’nın üstünlüğü ‘her alanda’ kabul edilir olmuş. Bana kalırsa bunun en sarih işareti dünyada emsali olmayan mehter kurumunun lağvedilmesi ve yerine bando denen tören süsünün konmasıdır (1826). Bu ıslahatın vermek istediği mesaj açıktır: “O kadar da barbar değiliz. Aslında çok cici müziklerimiz var". Daha sonra da Abdülmecid devri başlar. Padişah doğulu bir sultan olmaktan çıkıp Batılı bir krala evrilmiştir. Artık tebaanın lideri değil, bürokrasinin tepesindeki memurdur. Abdülaziz ile beraber musiki iyice gözden düşmüş, Abdülhamid ile beraber tümüyle saraydan def edilmiş. Ziya Şakir’e verdiği demeçte şöyle demiş: “Musikiyi iyi bilirim. Nota da bilirim. Oldukça iyi piyano ve biraz da keman çalarım. Alaturka musikiden hoşlanmam. İnsanın uykusunu getiriyor. Alafranga musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera severim.” Klasik Türk Müziği sanatkarları içerisinde sultan tarafından himaye edilen tek kişi Hacı Arif Bey olmalı. Göstermelik bir ilgidir bu tabii. Belediyelerin çeşme restorasyonlarından, “ecdadımızın mirasına sahip çıkıyoruz” tantanasından pek farkı yoktur. İşte memleketteki ilk gazino da bu yıllarda, böyle bir atmosferde açılır: Tepebaşı Gazinosu.
Gazinolar faslına geçmeden o devrin müzik hayatını biraz daha tasvir edeyim. Ruhi Kalender’in bir makalesi vardır: Yüzyılımızın Başlarında İstanbul’un Müzik Hayatı. İkdam Gazetesi’nin 1895-1916 yıllarındaki ilanlarını taranmış yayında. Görülüyor ki epey cıvıltılı, renkli bir hayat var.
“Beyoğlu’nda tiyatroda maskeli ve maskesiz balo”
”Karakol Sokağı’nda Güvey Düğünü adlı rakslı şarkılı oyun”
”Kıl Burnu Gazinosu’nda alafranga saz takımınca ahenk”
”Sultanahmet’te belediye bahçesinde ince saz takımınca terennüm”
”Vapur iskelesindeki gazinoda bayram münasebetiyle bir hafta boyunca Arap çalgısınca teganni”
”Şehzadebaşı’nda direkler arasında vaki Hayal Hane-i Osmani Kumpanyası, Çiftçiler adlı gülünçlü, rakslı, davullu, zurnalı 4 perde oyun”
”Hacı Sarafeymin birahanesinde ince saz takımınca Türkçe ve Arapça ahenk”
”Taşkışla karşısında Yorgancı bahçesinde her cuma ve pazar ince saz takımınca ahenk”
”İanc-i Maliyemiz menfaatine bu akşam Sadru’l-Azam paşa Hazretleri’nin himayesinde Unyon Fransız salonunda konser” - Tepebaşı Union Francaise Binası
”Bağlarbaşı’ndaki tiyatroda kanto”
Dönemin gazetelerini, hatıratlarını, günlüklerini taradığın zaman açıkça görülüyor ki 19. yüzyıl İstanbul’unun en popüler müzik mekanları mesire yerleri ve kahvehaneler. Önce kahvehanelerden bahsedelim biraz. Osmanlı’da 16. yüzyıldan önce kahvehane yoktur. İlk açıldığı zamanlarda da dini otoritenin kuşkuyla baktığı bir yer olmuştur. Şeyhülislam Ebusuud Efendi (16.yy) fetvalarından birinde “kahveyi fısk-ı hamri içdikleri üslub üzerine kahvehanelerde yahud müstakil meclisde telehhi içün evza-ı mutad üzerine içmeyi helâl kabul etmek tecdîd-i imân ve tecdîd-i nikâh gerektirir” [Kahvehanelerde veya müstakil meclislerde içilen, kendinden geçme ve boş işlerle oyalanma alışkanlığına sebep olan kahvenin helal olduğunu söylemek imanı ve nikahı tazelemeyi gerektirir] demiş. Sonra başkaları çıkmış aksi yönde fetvalar vermiş ve kahve çoğunluğun nezdinde mübah görülmüş. Burada önemli olan nokta şu; Ebusuud Efendi iki şeye dikkat çekiyor: Kendinden geçme ve boş işlerle oyalanma. Kahvenin şarap gibi sarhoşluk verici bir şey olduğu iddiasını bertaraf etmek kolay fakat diğerini nasıl bertaraf edeceksin? Hah, bundan ne çıkar? Demek ki kahvehane denen şey öyle alelade bir ticarethane değil, erkeklerin dini merasim, bayram ve düğün dışında sosyalleştikleri ilk ve tek kamuya açık haneymiş. Akla gelen ilk şey genelde meyhane oluyor çünkü insanlar meyhaneyi oturup içki içilen, hoşça vakit geçirilen yer olarak düşünüyorlar. Değil mi? I ıh, değil. Meyhane dediğin yerde şarap satılır. O kadar. Oturup çene çalma yeri değildir. İçkini alır gidersin. Tekel bayii ile aynıdır işlevi. Amaç şarap tüketiminin kontrolü ve vergilendirilmesidir zaten. Meyhanelerin günümüzdeki işlevini kazanmaları en erken 17. yüzyılın başı olmalı. Kısacası kahvehane dışında oturup sohbet edilecek, eğlenmek için toplanılacak başka bir hane yoktur. İşte bu yüzden kahvehaneler halk edebiyatının ve müziğinin de sergilendiği, serpildiği yerler olmuşlardır. Avrupa’da da buna denk düşen bar, taverna, kneipe, pub, kabare falan vardır. Hiç şüphe yok ki Osmanlı’daki kahvehanelerden daha eski ve yaygınlardır. Bu saydığım yerlerde rastlayacağınız müzik tabii ki eğlencelik müziktir. Yani avam müziğidir. Peki sanat müziği nerededir?
Avrupa’da sanat müziğinin membaı ekabir takımının evleri ve dini yapılardır. Konser salonu, opera binası vesaire çok sonra gelir. Yani sıradan halkın sanat müziğine erişimi yoktur. 16. yüzyılın sonunda ilk opera binası açılıyor fakat İtalya dışına taşması 18. yüzyılı buluyor. Fakat soylulara ait evlerde verilen konserleri küçümsememek lazım. Evlerinde opera sahneleniyor, oratoryo icra ediliyor.
Bu ev Prens Andrey Razumovsky’nin Viyana yakınlarındaki ikametgahı. Prens unvanına aldanmayın. Çok kavi bir adam değildir. Çarlık Rusya’sının diplomatıdır, o kadar. Evi unvanından büyük. Biliyorsunuz bu adam müziğe pek düşkün. Beethoven bunun için senfoniler, yaylı çalgılar dörtlüleri falan yazıyor. Büyük konserler işte böyle evlerde veriliyor. Verilmez mi? Osmanlı’nın hangi diplomatı yahut sadrazamına nasip olmuştur böyle bir ev? Günümüze dek ayakta kalabilmiş en eski sivil yapı Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı(1697) olmalıdır. Geriye ne kaldığını bir bakın.
Günümüze ulaşabilen sivil yapıların hemen hemen tümü 19. asrın sonrasına aittir. Avrupa’da durum hiç bizdekine benzemiyor. Fransa’daki Hotel de Sully (1624), Almanya’daki Alte Kommandantur (1654), İtalya’daki Palazzo Borghese (1560) ve Ca'd'Oro (1428) günümüze dek ulaşmışlardır ve istisna değillerdir. İbadullah böyle sivil yapı vardır beş-altı asırlık. Çoğunluğu taş yapıdır tabii. Bizde sivil mimaride taş kullanımı 18. yüzyılın sonunda başlar. Başlar da ne olur, taştan ev mi yaparlar? Yok. Depo alanını yapmışlar taştan: Taş oda deniyor. Osmanlı’da aristokrat sınıfın yokluğunu sivil mimari üzerinden de görmüş olduk. Haliyle binlerce seçkin tarafından himaye edilen Avrupa sanat müziği elbette daha kapsamlı, daha çeşitli, daha cesur ve daha renkli olmuş. Aynı şekilde Türk Sanat Müziği de altın çağını III. Selim ve II. Mahmud devrinde yaşamıştır çünkü en çok bu iki sultan devrinde himaye edilmiştir. Dünyada işlerin değişmeye başladığı yıllar 18. yüzyılın ortalarına denk geliyor. Bu değişimi çok kabaca şöyle özetleyebiliriz: Aristokrat sınıfın tarım gelirlerinin azalmasıyla beraber demokrasi fikri doğuyor (Biliyorsunuz kimse isteyerek demokrat olmaz.) Aristokratlar istemeye istemeye demokrat oluyor, küçülüyorlar. Hayranlık uyandıran devasa mülklerin yerini kamu binaları alıyor, sistem merkezileşiyor. Viyana aristokrasinin 18. yüzyıl sonundaki figürlerinden Prince Grassalkowitz’in himaye ettiği koca orkestra “nefesli çalgılar orkestrasına” dönüşüyor. Baron von Braun’un orkestrası da aynı kaderi paylaşıyor. Salon müziğinin sahne müziğine yani konsere evrilmesinin sebeplerinden biri de pekala budur. Gelelim salon müziğine.
Salon müziği ile konserin iki belirgin farkı vardır. Birincisi, konsere biletle girilir. Yani parası olan esnaf takımı, kibar zevklere öykünen burjuvazi falan da dinleyebilir bu müziği. İkincisi, konserde sahne vardır. Belki ilginç gelecek ama 18. yüzyıldan önce sahneye konan tek şey tiyatro oyunudur. Sahne tiyatrocunun sahasıdır, müzisyenin değil. Müzisyen sahneye çıkıyorsa da tiyatro oyununa eşlik etmek için çıkar. Eşlikçidir yani. Neden böyledir diye düşünüp bir sürü afili ama zorlama cevap buldum. Meğer basit bir cevabı varmış, sonradan dank etti: Tiyatro evvela izlenen bir şeydir. Tiyatronun izleyicisi olur, konserin dinleyicisi. Sahnenin amacı izleyicinin işini kolaylaştırmaktır. Bu kadar. Rönesans veya barok dönem tablolarına bakarsanız müzisyenlerin dinleyicilerle iç içe ve aynı seviyede olduklarını görürsünüz.
18. yüzyıldan önce konserlerin verildiği mekanlar en fazla 200 kişi alabiliyordu Avrupa’da. Mesela Bach’ın Brandenburg Konçertoları ilk kez Köten Prensi Leopold’un sarayında seslendirilmiştir (1720 civarı). 11-12 kişilik bir orkestra, 200 kadar da dinleyici varmış konserde. Büyük olay diye değerlendirilmiş. İlk büyük konserler 1750 sonrası başlar. Haydn’ın Esterházy Sarayı’nda verdiği konser iyi bir örnek. Müzisyenler artık sahnedeler gördüğünüz gibi.
Tiyatro sahnelerinin pek çoğunda artık klasik müzik konserleri de verilir. Viyana’da kraliyete ait Burgtheater ve Karntnerthortheater bunların en önemlileri. 1000’e yakın dinleyici alabilecek büyüklükteler. Özel tiyatrolarda da konserler veriliyor. Daha küçük kapasiteliler tabii. Nadiren de restoran ve balo salonları kullanılıyor ama buralar ‘ciddi’ müzik için uygun olmayan yerler olarak görülüyorlar (Tek istisnası Mehlgrube olabilir). Ekabirin evi de hala ciddi müziğin sergilendiği yerlerdendir ama aristokrasinin güç kaybetmesiyle birlikte gözden düşmeye başlarlar. Çok geçmeden müzisyenler tiyatro sahnelerinden kopar, kendi sahnelerine kavuşurlar. Konser salonları inşa edilir. Bu da beraberinde beklenmedik sorunlar getirir. Mesela Haydn’ın 102 ve 104. senfonileri Londra’daki Kraliyet Konser Salonu’nda çalındığında sesler birbirine girer, ortaya karman çorman bir şey çıkar. Salon büyüdükçe reverb artıyor. Oysa Haydn daha önceki senfonilerini Esterházy Sarayı gibi yerlerde seslendirmişti. Buradaki miktarı çok daha az ve dolayısıyla sound da çok daha kuru (dry) olduğundan müzikte hızlı dinamik değişiklikler yapmak mümkün oluyordu. Delay time 2 saniyeye çıkınca işler değişti. E bir yandan da salon büyüyünce sesler daha yumuşak duyulmaya başlandı. Müzikteki zirveler etkisini yitirdi. Yeni sorunlar yeni çözümler getirdi. Sazlarda, salonlarda, müzikal üslupta değişiklikler oldu.
Falan filan…
İşte bunların hiçbiri bizde olmadı. 18. yüzyılın ortalarından sonra Batı’da aristokrat sınıf ufalır, yönetim merkezileşirken bizde tam tersi oldu. Avrupa’daki ile kıyaslanamayacak kadar mütevazı bir seçkin sınıf filizlendi ve padişah gücünü öteki berikiyle bölüşmeye mecbur kaldı. Batıda aristokrasinin himaye ettiği sanat müziğini, bizde saray himaye ederdi. O devir de kapanmış oldu. Haliyle sanat müziğimiz kimi heveskarların evlerindeki meşklerle sınırlı kaldı. Batı’da sanat müziği kraliyete ait büyük tiyatrolarda serpilir gelişirken bizde devlet tiyatro himaye edecek vaziyette değildi. Bu iş özel teşebbüslere kaldı. Tabii bu tiyatroları Batı’dakilerle bir tutmayın. Mesela Fevziye Tiyatrosu aslında Şevki Bey’e ait bir kıraathanedir. İçeriye 100 kişi zor sığar. Handehane-i Osmani Tiyatrosu da öyle. Gündüzleri kıraathane akşamları tiyatrodur. Eli ayağı düzgün tiyatro binası üç-beş tanedir: Odeon Tiyatrosu (yerinde Demirören AVM var), Konkordiya Tiyatrosu (yerinde St. Antuan Kilisesi’ne ait bina var), Kuşdili Tiyatrosu (yerinde Kadıköy İtfaiye binası var), Tepebaşı Kışlık tiyatro (yerinde otopark var) vesaire… 20. yüzyılın başından itibaren bu özel tiyatrolarda “ince sazla ahenk” duyulmaya başlandı.
“Şehzadebaşı’nda Direkler arasında, Fevziye Kıraathanesi’ndeki Tiyatro’da, başta ve perde aralarında ince saz takımınca ahenk. Kemani Zafiraki.”
-İkdam Gazetesi, 9 Kasım 1901
Başka nerede vardı ince sazla ahenk? Birahane, kahvehane, bağ, bahçe vesaire… Yani bizde sanat müziğin kendine has bir mekanı olmadı. Ta ki gazinolar açılana dek. Gazino da tıpkı kahvehane gibi bizim müzik tarihimiz açısından önemlidir. Memleketin ilk konser mekanıdır diyebiliriz. Dünyanın başka hiçbir yerinde gazino bizdeki gibi bir manaya ve öneme sahip değildir. Onun sayesinde müzik tiyatro oyunları arasına sıkışmaktan, birahanelerde alelade bir süs olmaktan kurtulmuş, baş köşeye oturmuş. Birahanede veya lokantada müzik bir dekor, mezedir. Gazinoda ise müzik baş roldedir. Fakat tabii ki gazino yine de bir konser salonu değildir. Bir diğer husus gazinonun meyhane veya birahaneye göre daha prestijli, muteber bir yer olarak addedilmesi. Devlet de bu kanıda olmalı ki “esâfil-i nâsdan (halkın en aşağı takımı) olmayan üst tabakaya mensup Müslümanların meyhaneler dışında gazinolara gitmesinde” bir sakınca görmemiş fakat yine de gazinoları gavur mahallelerine hapsetmiş, dışarı taşmasına izin vermemiştir. Yani her ne kadar birahane ve meyhaneye nispetle evla görse de yine de bağrına basmamıştır. 1923’e kadar gazinolarda kayda değer Müslüman müzisyen görülmemesinin sebebi de budur. Tanburi Cemil, Udi Nevres, Santuri Edhem gibi 20. yüzyılın büyük besteci ve sazendelerini gazinoda bulamazsın. Gazinoda bulabileceklerin içerisinde en meşhuru Neyzen Tevfik’tir. Neyzen şöhretli fakat ne yazık ki alelade bir besteci ve sazendedir. Bu da böyle.
Madalyonun bir de öteki tarafını okuyalım. Gazino ile beraber Klasik Türk Müziği ilk kez sahneye çıkmış, baş köşeye kurulmuş fakat ticari bir ürüne, piyasa malına dönüşmüştür. 1923 ile beraber Müslümanlar için de muteber bir yere haline gelen gazino daha renkli bir pazara dönüşmüştür. Abdülhamid ile birlikte saraydan kovulunca, üstüne bir de tekkeler kapanınca (1925), Klasik Türk Müziği’ne bağ, bahçe ve özel haneler dışında yaşama sahası kalmamış. Bir cenah gazinoda çalınan müziği “alaturka” veya “meyhane müziği” diye yermiş, buralardan uzak durmuş (Münir Nurettin, Meral Uğurlu, Aleaddin Yavaşça vs.) diğer cenah ise (Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Sabite Tur vs.) icra ettiği müziğin itibarını korumaya gayret ederek sahnede olmuş. Fakat ne kadar direnilse de gazinoyla beraber Klasik Türk Müziği büsbütün yozlaşmış. Fasıl mecmualarında şöyle ibareler var mesela:
“Fasıllarımız muktedir musiki üstatları tarafından tetkik ve tasdik edildikten sonra tab edilmekte olup her faslın muhteviyatı en ziyade rağbet-i umumiyeyi celb eden piyasa tavrında yazılmıştır”
Sanat müziğinin sulandırılmış hali alaturka deniyor. Eleğin üzerinde kalan o olmuş tabii. Sanat müziği ise büsbütün sahneden dışlanmış. 1926’da da Dar’ül-Elhan müfredatından Türk Müziği çıkarılıyor biliyorsunuz. Mesela konservatuvarda Neyzen Aziz İhsan Bey var, adam “ben bari flüt çalayım” diyor. Koskoca Yorgo Bacanos "Allah’tan piyano çalıyorum” deyip udu bırakıyor. Ne yapacaksın? Medar-ı maişet. Basbayağı “kültürel jenosid”. Yani deniyor ki siktir git nerede çalarsan çal. Koca bir imparatorluğun sanat müziği evlere, dükkanlara, kahvehanelere çekiliyor. Türk Müziği’nin ayin, kâr, beste gibi büyük formlarının kaybolmasını; geride sade şarkı ve köçekçenin kalmasını izah edemiyordum. Şimdi anlıyorum ki bunun sebebi müziğin sıkıştığı mekan. Dergahın yoksa niçin Mevlevi Ayini besteleyesin ki? Kim, nerede çalacak? Saray gibi abide yapılara giremiyorsan ne diye kâr besteleyesin? Apartman dairesinde mi çalacaksın? Bir-iki saz eşliğinin kafi geldiği küçük zamanlı şarkılarla, insanları eğlendirecek köçekçe ve oyun havaları dışında ne kalabilir ki ayakta?
Peki gazinolara ne oldu? “Sanat müziğinin yeni mabedi” olabilir mi diye bel bağlanılan bu mekanlar kısa süre içerisinde avamın her nevi ilgisine talip bir sirke dönüştüler. Fatma Girik, Filiz Akın şarkı söylüyor, Cüneyt Arkın karate figürleri gösteriyor, Ayben Erman kanto oynuyor, Nuri Sesigüzel türkü söylüyor, Feri Cansel ve Pakize Suda çıplaklar show’u sahneliyor, Gamze Öz göbek atıyor, Balarıları ile Öztürk Serengil güldürüyor ve tüm bunların yanında Ercüment Batanay gibi büyük bir usta (ismi ilanların en altında minicik geçiyor) bu ortamda ‘muazzam fasıl’ geçiyor.
Şuna hiç şüphe yok ki Ercüment Batanay dört dörtlük bir müzisyendi. Mızraplı tanbur çalışı emsalsizdir. Klasik Türk Müziği’ni de pekala bilirdi ama gazinolarda fasıl diye çaldığı şeyin fasılla bir alakası yoktur tabii. Fasıl biliyorsunuz “hepsi aynı makamda olmak üzere form bakımından büyükten küçüğe ve usul bakımından ağırdan yürüğe doğru sıralanmış eserlerin icra edilmesi suretiyle verilen konser”dir. Gazinodaki fasıllarda sadece ağırdan yürüğe gitme kaidesi uygulanır. Öyle fasıl olmaz. Zaten fasıl diye bir şey kalmadı, fasıldan alınan zevk kaldı sadece. "Câmlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
sâkiler meclisten çekmiş ayağı". Gazinoda sadece maskaralık kalmış. Onun da kralı çok daha ucuza televizyonda gösterilince gazinolar kapanmış.
Bu kadar.