Efe Demiral’ın üçüncü albümünden bahsedeceğim. Bu hafta fazla mesai yapmış olacağım, o yüzden kısa keserim.
Ne diyeceğiz bu albümün türüne? Caz. Müziği caz yapan ne? Şimdi bu soruyu sordum ama bir taraftan da sorduğuma pişman oldum. Bu soruya cevap verirken mağrur, soğuk bir mizaca bürünüyorsun. Akademik bir üslup, sevimsiz kelimeler… Muazzez bir dostum “sözlüğe üç paragraftan fazla yazan fikir tartışmasına girmiyor, ego mastürbasyonu yapıp başını okşatmak istiyor” demişti. Ahkam kesmekten sıkıldım, biraz başımı okşasalar fena olmaz aslında ama sevimli olmayı beceremiyorum. Swing, blue note, poliritmler, karmaşık akorlar (en az 4 sesten oluşan akorlar), doğaçlama… Bunlar müziği caz yapan şeylerdir. Hangileri var bu albümde? Porsiyonu büyük, hazmı kolay akorlar (Emaj7’nin çevrimi falan); müzeyyen fakat derli toplu, sarkmayan, esnemeyen bir ritm; melodi züğürdü, armoni zengini dikey bir iskele; kerhen kullanılan blue note… “Buna caz demeyelim”. İyi. Ne diyelim? Jazzy. Bu kelimenin asırlık mazisi var (20. yüzyıl başı) ama o zamanlar müziği niteleyen bir sıfat değilmiş. “Parlak, renkli, neşeli, cıvıltılı” falan gibi anlamlara gelen bir argoymuş. 1990’dan sonra müziği niteleyen bir sıfata dönmüş. “Cazımsı, caz gibi” manasında. Sulandırılmış caz da diyebiliriz. NY Times arşivinde aratınca kelimenin serencamını görürsün. Demek ki o zamanlar caza benzeyen ama caz olmayan, her nasılsa başka bir kategoriye de koyamadıkları müzikler peydahlamış birileri. Fakat bu payeyi sırtlanan iyi müzikler de var. Aklıma ilk gelen isim Bill Frisell oluyor. Pek çok gitariste ilham veren, etkili bir müziği var. Yalan yok, ben de vurgundum bir zamanlar. Frisell’in müziğinde en dikkat çekici şey swing yokluğudur. Karmaşık ritmler ve armoniler de duymazsın. Alçakgönüllü, basit ama içten bir müziktir. Fakat içtenliği muhafaza etmek veya onu bulayacak heyecanı kızgın tutmak zor iştir. Bu yüzden yıllar geçtikçe aforizmalardan oluşan bir nutuğa benzemeye başladı müziği. Efe’nin besteciliği ise retorikten, böbürlenmekten, sahte tevazudan uzak fakat ne yazık ki derinliği yok. Albümdeki tek kayda değer beste Kolaj. Son derece kişilikli ve sürükleyici bir müzik. Lütfen şarkıyı açın ve ilk cümleye dikkat kesilin. 6/8 lik, yağ gibi akan, 8 ölçülük cümle, beklenmedik bir yerde tökezliyor. Fark ettiniz mi? 5. ölçü 5/8 lik. “Buraya şöyle bir şaka yerleştirelim” mi demiştir? Hesaplı mıdır sizce? Hiç ihtimal vermiyorum. Gitarıyla oynarken bir melodi yakalamış, unutmamak için 8-10 kez çalmış sonra da telefonuna kaydetmiştir. İş, bu taslağı nihayete erdirmeye gelince de melodinin bir yerde tökezlediğini fark etmiş, kalıba sokamayınca da öylece bırakmıştır. Bu yüzden kişilikli bir müzik. Eğer melodiyi çekiştirip 6/8’in içine oturtsaydı… Gombrowicz olsa şöyle derdi: Biçim için özden feragat etmiş. İcracılığına ne diyelim? Öyle ya, cazın omurgası icracılıktır, doğaçlamadır. Efe’nin icracılığı ustası Frisell’inki gibi miskin. Zoraki çalıyor. Albüm boyunca hiçbir doğaçlama nabzımızı yükseltmiyor. Herkes tekerlek izinden gidiyor. Ahlak polisimiz, Haziranımız olsa “konfor alanı” derdi di mi? Ha, ama Stardust’taki doğaçlama üzerinde konuşmaya değer. Albümdeki en uzun parça. Yavan bir melodi canını sürüye sürüye sahneden çekildikten sonra Efe doğaçlamaya başlıyor. Acayip kısır bir alana kendini hapsedip sıkışıyor ve sonra baaammm! Melodi falan yok, pedalların da marifetiyle cılız bir gürültü, bir vızıldama inşa ediyor. Sonra gürültü iyice semiriyor. Zapt etmesi zordur bunu. Efe’nin en iyi becerdiği şey gürültüden bir kompozisyon yapmak; gürültüyü ehlileştirmek. Dev bir kreşendo olarak bitecek galiba şarkı çünkü dev kreşendolar aniden biterler ve nadiren de dinerler, sönerler. Müzik tarihinin en görkemli kreşendosu hangisidir? Ravel’in Bolero’su. Dinleyin bakalım nasıl bitiyormuş. Efe ne yapmış? Şarkının başındaki o fersiz melodiyi ite kaka bir daha gevelemiş. Pöff. İçine sıçtı güzelim kreşendonun.
Caz müzisyenliğinin erdemlerinden bahsederek final yapacağım. Bu Efe’nin üçüncü albümü. Kimsenin dinlemediği iki albüm yaptıktan sonra sizi üçüncü albümünüzü kaydetmeye iten ne olabilir? Bu gerçekten düşünmeye değer bir soru. Israr mı diyelim inat mı? Israrda dayatma, inatta direnme var. Büsbütün edilgen midir inat? Türlü türlü inat var. En alt perdeden inatçıya muzdarip demek lazım gelir. Onun yaptığı şey göğüs germek değil tahammül etmektir. Hamaldır yani. Bir üst perdede sabır ve sebat vardır. Sebat etmek sabit kalma iradesidir; direnmek, tekkeyi beklemektir. Sabrı diri tutan ise umuttur. Kurtarıcıya bel bağlar. En üst perdede de azim gelir. Azimde halaskara, umuda gerek yoktur. Kendi göbeğini kendi kesen, muzdarip mızmızlanmalardan münezzeh, göğüs geren bir tavırdır. Israr ise kutbun öte yanındadır. Saldırgan, mütecaviz ve erkekçe bir tavır. Ornette Coleman, bu tipin en renkli numunelerinden biri. Son derece nahoş bulunan müziğinde diretti ve onu bir yere ‘sokmayı’, kabul ettirmeyi başardı. Efe ise ısrarcı değil, inatçı bir tip. İnatçı müktesebatı -corpus- inşa eden, zemin oluşturan mütemmim cüzdür. Israrcı ise force majeure, act of God, mücbir sebeptir.