Kırmızı Başlıklı Kız, Rapunzel, Uyuyan Güzel, Kurbağa Prens, Pamuk Prenses, Külkedisi, Balıkçı ve Cin…Bu masalları ya da bunların varyasyonlarını hiç duymamış olan var mı içinizde? Bu Orta Avrupa masalları 17.yüzyıl civarında ilk kez derlenmeye başlanıyor. 19. yüzyılın sonunda da Avrupa’nın dışına yayılıyor. Kanaat Kitabevi’nin Çocuk Masalları serisi vardır mesela. 1930 civarı olması lazım. Her neyse, 19. yüzyıl ile beraber hemen hemen tüm dünyada “çocuk edebiyatı” zuhur ediyor. Yüzlerce yıl evvelinden beri anlatılagelen bu hikayelerin hala taze kalabilmesi ve üstelik tüm kültürlerde de kabullenilmesine dikkat çekmek istiyorum. Yüzlerce yıl öncesinin bakiyesi hangi şiir, hangi şarkı, hangi resim dünyanın her yerinde taze kalabilmiştir? Beethoven’in 9. Senfonisi? Bizim okulun teneffüs ziliydi ama zannederim üniversite mezunu olmayan pek çok ebeveyn için hiçbir şey ifade etmiyordur. Doğduğu kaynağın uzağında cılızlaşan bir müzik. Şiir? Yunus Emre? Gel gör beni aşk neyleydi falan… Veya Mevlana ile ilgisi olmayan ama ona atfedilen Ne olursan ol gene gel… Tamam, bizim memlekette duymayan azdır bu şiirleri ama Edirne’den çıktığı anda ölüdür bu şiirler. Halk türküleri, halk dansları gibi. Doğduğu kaynağın uzağına varamazlar. İstediğin kadar tercüme et, uyarla. Anlatabildim değil mi? Hiçbir halkın müziği evrensel olmamıştır. Bırak evrensel olmayı komşuları dışındakilere temas bile edememiştir. Everek Dağı’nın ağlatabileceği bir Portekizli olabilir mi mesela? Tabii burada şu ayrımı da yapmak gerekiyor; bazı milletlerin kültürleri evrensel olmaya daha müsaittir. Sözgelimi Amerikan halk müziği, Orta Avrupa nesri, Slav resmi, Yunan tiyatrosu, Fransız mutfağı… Bazı milletlerin kültürü -bilhassa Doğu toplumları- ise ebeden evrensel olamazlar. Java halk müziği, Divan edebiyatı, Etiyopya mutfağı (emin olun sandığınızdan daha zengin), Japon tiyatrosu gibi. Neden? İktidar kiminse onun borusu öter. Akla ilk gelen cevap bu. Son 300-500 yılın muzaffer milletleri olan Batılılar, sadece mallarını değil kültürlerini de pazarlıyorlar. Doğru fakat eksik duruyor. Mesela 19. yüzyıl ile birlikte Hint müziği, mutfağı ve dinine duyulan ilgi niçin artmıştır? Muzaffer milletlerin fertleri niçin aynı ilgiyi Japonya’ya, İran’a, Etiyopya’ya (taktım Etiyopya’ya) göstermemişler? Türkçeye tek bir kitabı bile tercüme edilmemiş olan Edward T. Hall, bu soruya en doyurucu yanıtlardan birini vermiştir. Milletlerin kültürlerini yüksek bağlamlı (high context culture) ve düşük bağlamlı (low context culture) diye tasnif etmiştir1. Buradaki yüksek/düşük ibareleri bir üstünlük belirtmiyor. Baştan söyleyeyim. Yani mesela “incinmişsin dedi” esprisi yüksek bağlamlı bir kültürün ürünüdür. Çünkü bunu başka dile tercüme edemezsin. Hiçbir şey ifade etmez. Biz bu espride neye gülüyoruz bir düşünün. Neyse devam edelim, Hall diyor ki; kimi kültürlerde bağlam, kelimelerin ne anlama geldiğini belirlemede sözlük anlamlarından daha etkindir. Bu önemli çünkü insanın yaptığı her şey başkalarıyla kurduğu etkileşimden ibarettir ve dolayısıyla etkileşim, kültür evreninin merkezinde yer alır. Yani iletişim, kültürü doğuran rahim, onu emziren memedir. Ve iletişim kelimelerle değil onların zihinlerdeki imajlarıyla mümkündür. İletişim kültürü, kültür de bağlamı yaratır. Dolayısıyla yüksek bağlamlı kültürlerde insanlar birbirlerine daha yakındır ve aralarındaki iletişim daha “sıkı”dır. Sıkı kelimesini mahsus kullandım. Sıkıdır çünkü dışarıdan birinin dahil olması zordur. İletişim geçirgen değildir. Japonya, İran, Etiyopya, Meksika, Gürcistan gibi ülkeler etnisite olarak görece daha homojen ülkelerdir. Buna karşın ABD, Hindistan, İspanya, İsviçre, İngiltere çok daha heterojen bir yapıya sahiptirler. Mesela Hindistan’da 10 küsur dil konuşuluyor fakat Hintçe ortak dil değil mi? Haliyle Hint kültürü (tüm alt grupların dahil olduğu büyük yapı) sivrilikleri törpülenmiş, geçirgen, esnek, kolay anlaşılır, düşük bağlamlı bir kültür olmaya mecburdur. Tezgahta alıcısı olur. Batılının ilgisine mazhar oluşunu bu geçirgenliğe ve düşük bağlamlı oluşuna borçludur. Aynı şeyi Japon kültürü için söyleyemeyiz değil mi? Edebiyatı, müziği, tiyatrosu, spor müsabakaları ve hatta kadın-erkek ilişkileri bile dışarıdan birisi için anlaşılmazdır. Misal 17. yüzyılda yaşamış besteci Yatsuhashi Kengyō çok önemli figürdür ancak popülerliği Batı’daki akranlarıyla (Monteverdi, Vivaldi, Buxtehude…) kıyaslanabilir mi sizce? Asla! Çünkü Batı’nın klasik müziği daha düşük bağlamlı bir müziktir. Bu müziği anlamak için sarf etmeniz gereken emek, Yatsuhashi’nin müziğini anlamak için sarf edeceğiniz emeğin yanında sağır bir devede kulaktır. Shakespeare’in soneleri pek çok dile tercüme edilmiştir. Hakiki bir şaheserdir. Bu sonelerin tercümesini okuyan insanlar, Shakespeare’in ifade etmeye çalıştıklarını az çok anlar, duyarlar. Fakat Baki’nin tercümesi için aynı şeyi düşünmezsiniz değil mi?
Aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı
Bu denlü nâle bir gün ana tesir ede sanmaz mı
Kıyâmet yok mudur sanır yahud haşre inanmaz mı
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
[That tyrant, is she not persuaded by the tears of the lover?
Doesn't she know this wailing will find its way to her once more?
Doesn't she fear the Resurrection? Doesn't she believe the dead will rise again?
She's tortured my soul-has she never had enough of this torment?
The heavens are set aflame by my sigh, so why does my candle of hope not burn?]
Ne dersiniz oldu mu? Şiir tercümesi evvelden beri çok konuşulur, tartışılır. Kabul. Fakat Shakespeare’in şiirleri bu denli kayıp yaşıyor mudur tercümede? Kaybettiği şey sadece ahenk değil, bağlamını da yitiriyor. Mesela Necati’nin bir beyitini seçelim:
Düşme zülfinün uzun sevdasına
Hiç kimse ömr ipin muhkem dimez
Herhalde bilmediğiniz kelime yoktur şu beyitte. Peki ne anladınız? Gönül Tekin şöyle anlatır: “Sevda kelimesi siyah renk, karanlık ve aşk anlamlarında tevriyeli olarak kullanılmıştır. Uzun kelimesi de hem saçın hem ömrün uzunluğuna işaret eder. Saçın ipe benzemesi ve ömrün ip gibi uzayıp gitmesi arasında bir ilişki kurulmuştur […] Ancak aşıkların gönüllerini bağladıkları saç rüzgarla savrulan bir şeydir. Böyle karanlık, dağınık bir yerde olmak aşık için devamlı bir karmaşa ve şaşkınlıktır. […] Divan edebiyatında sevgilinin saçı uzun ömrü, dolayısıyla hayatı temsil eder. Bir yanıyla da kıvrım kıvrımdır ve yılanı çağrıştırır. Gılgamış’tan beri de yılan hayat suyunu bulan ve ölümsüzlüğe kavuşandır. Saç-yılan-hayat kavramları arasında açık bir ilişki vardır. Sevgilinin saçı yüzünü örtmekte, nefesiyle hayat bağışlayan dudağı gizlemektedir. Tıpkı ab-ı hayatın karanlıklar içinde saklı olması gibi. Diğer kalıplaşmış imaj da yılanın gizli hazinelerin bekçisi oluşudur. Adeta yüz bir cennet bahçesi (yanaklar gül, gözler nergis, dudaklar gonca), Havva’yı kandıran yılan da onun bekçisidir. Böylelikle yüz kutsal ve gizli bir hazineye dönüşmektedir. Zaten yüz parlak ve şeffaflığıyla hayat sebebi olan suyu çağrıştırır. Ahmed Paşa’nın beyitinde bu çok sarihtir [İzarın abı ne sudur ki hüsn mevcini urur / Letafetinden eder hatrına sirayet-i lutf : Yanağının parlaklığı nasıl bir sudur ki güzellik denizinin dalgası gibi dalgalanır / Letafetinden -yani yüzünün şeffaflığından- yüzündeki ayva tüylerine lütuf -parlaklık- sirayet eder]…”2
Nasıl? Beyit bağlamına oturduğu anda canlandı, hayat buldu değil mi? Doğu edebiyatında çok yaygın olan “şerh”lere Batı edebiyatında rastlanmayışı bu yüzden olsa gerek; düşük bağlamlılık. Şimdi dönelim yazının başına, masallara. Öyle görünüyor ki kültür hasılatının en düşük bağlamlısı masallardır. Bu motiflerin yüzyıllardan beri tüm dünya çocuklarınca benimsenmesinin sebebi budur. Bir kültür mahsulü ne denli düşük bağlamlıysa o derece ilkeldir. Yani insanın en ilkel arzularını doyurur, en ilkel korkularını yatıştırır. Bu, sanatın ebeden beceremeyeceği bir iştir. Çünkü sanat kamunun değil bireyin tasavvuru ve tasarımıdır. Birey kendi ilkel arzu ve korkularını bir başına keşfedemez. Kendi kendini gıdıklamak kadar imkansız bir iştir bu. Bu ilkel arzu ve korkular -ya da bilinçdışı diyelim hadi- iletişim ve etkileşimle bir nebze olsun tanınabilirler. Hiç düşündünüz mü niçin anonim olmayan masallar hiç tutmadı? Hans Christian Andersen hem masallar derlemiş hem de kendi yazmış. Pek meşhur bir isim. Duymuşsunuzdur eminim. Karlar Kraliçesi, İki Barones, Uçan Sandık, Küçük Deniz Kızı, Kibritçi Kız… Yazdığı masallar içerisinde en bilindik olanlar bunlar. Hangisini biliyorsunuz? Ben bir tek Kibritçi Kız’ı duydum ama ne anlattığını pek hatırlamıyorum. Yahut günümüz “modern” masal kitaplarına bir bakın. Bundan 50 sene öncekiler nasıl unutulup gittiyse, bunlar da öyle unutulup gidecekler. Paylaşmayı Öğrenen Yumuş, Ağaca Tırmanan Bezelye, Uykusu Gelmeyen Porsuk… I ıh. Yeats ve Cummings gibi iki dev yazar bile denemiş masal yazmayı, yok. Kimse okumamış. Neden? Çünkü masal çocukların arzu ve korkularına cevap vermelidir. Dolayısıyla insanın en ilkel arzu ve korkularına da cevap vermelidir. Bu bireyin değil kamunun harcıdır çünkü tasarım ve tasavvur değil birikim ve yoğrulmayla kotarılacak bir iştir. Yazıya geçtiği anda o iş biter. Çünkü yazıya geçtiğinde sen artık metin okursun. Okumakla anlatmak aynı şey değildir. Bir hikaye sadece sözlü gelenekte var olduğunda, anlatılan hikayeyi ve anlatıcının hikayeden ne hatırladığını büyük ölçüde onun bilinçdışı belirler. Diğer belirleyici ise anlatıcının muhatabıdır. Hikaye onun arzularını da tatmin etmelidir. Böylece birçok kez tekrar edilen hikaye pek çok kişinin bilinci ve bilinçdışı için öylesine tatmine edici bir şekil alır ki yapılacak başka hiçbir değişiklik uygun görünmez. Buna “klasik” denir. 3 Her ne kadar masal özetlenemez bir şey olsa da Balıkçı ve Cin masalını hatırlatayım size. Binbir Gece Masalları’ndan biridir bu. Tüm metni okumak isteyen varsa da buyursun [1 - 2 - 3]
Fakir ve ihtiyar bir balıkçı denize açılır, ağını atar. Birincide bir eşek leşi çeker, ikincide çamurla dolu bir sandık, üçüncüde ise kırık testiler takılır ağına. Son bir kez şansını denemek ister ve bu kez Hz. Süleyman’ın mührüyle damgalanmış bakırdan bir küp gelir. Sevinçle küpü açmaya koyulur ama içinden koca bir cin çıkar. Cin balıkçıdan son duasını etmesini ister çünkü onun canını alacaktır. Balıkçı şaşırır. “Seni küpten kurtardım, sen ise beni öldürmek istersin. Bu ne iştir?” der. Cin de hikayesini anlatmaya başlar. Meğer cin Süleyman peygambere asilik etmiş, peygamber de onu bu küpe hapsetmiş. Denizin dibinde yüz yıl kalmış ve kendisini kurtarana defineler vereceğine söz vermiş. Aradan yüz yıl daha geçmiş, kendisini kurtarana tükenmez servet vereceğine ahdetmiş. Nafile. Yüz yıl daha geçmiş, kurtarıcısının üç dileğini gerçekleştireceğine and içmiş. Yok. Yüzyıl daha geçince cinin tepesi atmış, kurtarıcısını öldürmeye karar vermiş. Balıkçı cinin hikayesini dinleyince “şu küpün içine girmezsen senin cin olduğuna inanmam” demiş. Cin tuzağa düşüp küpün içine girince balıkçı kurtulmuş.
Sizce insanın hangi ilkel arzu ve korkularına cevap veriyor bu masal? Öyle ya, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza yıllar içerisinde yoğrularak bu günlere kadar güncel kalabilmiş bir hikaye olduğuna göre bu, muhakkak bir sebebi olmalı. Ne? Bruno Bettelheim’in analizi şu;
Yetişkin ahlakına göre tutukluluk ne kadar uzun sürerse, tutuklu da kurtarıcısına o denli minnet duymalıdır. Fakat cin ilk başta kurtarıcısına türlü şeyler vadetse de bir yerde sabrı taşar ve onu azat edecek kişiye öfke duymaya başlar. Küçük bir çocuk terk edildiğinde tam olarak böyle hisseder. İlk önce annesi geri döndüğünde ne kadar mutlu olacağını, annesini nasıl ödüllendireceğini düşünür fakat süre uzarsa minnet yerini öfkeye bırakır ve onu bundan mahrum bırakanlardan alacağı intikamı düşlemeye başlar.
Nasıl ama? Zorlama bir yorum gibi mi geldi size? Çocuğunuza, yeğeninize falan anlatıp tepkisine bir bakın derim. Ağaca Tırmanan Bezelye’ye verdiği tepkiyi mi veriyor izleyin. Çocuğun bu klasik masalları işittiğinde nasıl doyduğunu, heyecanlandığını görünce şaşıracaksınız. Kırmızı Başlıklı Kız masalını biliyorsunuz. İki versiyonu vardır aslında. Şiddetten arındırılmış ilk versiyonda (Charles Perrault versiyonu) kurdu öldüren bir avcı yoktur. İkinci versiyonda ise (Grimm Kardeşler versiyonu) büyükanne ve torununu, kurdun karnını keserek kurtaran bir avcı vardır. İlk versiyon hiçbir zaman tutmamıştır. Denemesi bedava. Çocuklara anlatın, bakalım hangisinde tatmin oluyorlar. Neden ilk versiyon tutmamış peki? Çünkü Perrault günümüz masal yazarları gibi öğüt vermeye çalışır. “Sürüden ayrılanı kurt kapar“ demeye getirir. “Annenin sözünden çıkma” falan. Bu hangi ilkel arzuya ve korkuya temas edebilir ki? Grimm ise öğüt vermez. Kızın annesi kıza, yabancılarla konuşma falan demez. Yani anne kızının ergenliğe gireceğini bilir, bunu kabullenir ve onu bundan korumak gibi nafile bir çabaya kalkışmaz. Böylelikle kızı da ergenliğe girdiği için suçluluk duymaz. Oysa Uyuyan Güzel’in salak babası böyle değildir. “Kızının eline iğne batacak ve uzun bir uykuya dalacak” diyen falcının kehaneti gerçekleşmesin diye memlekette iğneyi yasaklar. Çoğu baba gibi o da kızının ergenliğe girmesine engel olabileceğini sanır. Ne olur? Kız ergenliğe girer. Niçin öyle uzun bir uyku çeker peki? Psikolojide buna uyuklama evresi (latency stage) derler. Ergenlikten önceki son evredir. Yaa. Yani ne kadar düşük bağlam, o kadar arkaik ve ilkel duygular. İşte buradan da halk müziğine ve sanat müziğine geleceğiz. Halk müziği de tıpkı masallar gibi yazıya aktarılmadan, pek çok kişinin bilinci ve bilinçdışında yoğrularak, kulaktan kulağa aktarılır. Bu müziklerin halkın hemen her kesimine ve çağlar boyunca az veya çok temas edebilmesinin sebebi budur. Yani yazıya aktarılmayış bir eksiklik değil tercihtir. Hatırlayınız, bilhassa Ortadoğu toplumları kutsal saydıkları kelamı yazıya aktarmaktan kaçınır, zihinlerinde tutarlar. İş yazıya dökmeye yani kamunun bilinci ve bilinçdışında yoğrulma değil de bireyin bilinç ve bilinçdışında tasarlamaya gelince kültür üretimi durur. Halk müziği bunun en sarih numunesidir. Biliyorsunuz Muharrem Ertaş, Çekiç Ali, Piçoğlu Osman, Halil Söyler vs. besteci değil kaynak kişi olarak geçerler. Yaratıcı değil icracı, aktarıcıdırlar. Bireyin ürünü olan türkülerden kaç tanesi “klasikleşebilmiştir” sizce? Kaçı sonraki kuşağa kalabilecek? Beş? On? Kültür üretimi sade bizim memlekette değil tüm dünyada durmuş gibi. Bunun başat sebebi de küreselleşme ve teknoloji. Aslında bu ikisi birbirinden ayrılamaz iki şey gibi değil mi? Teknoloji olmadan küreselleşme nasıl olsun? Her ikisinin de insanlık için felaket olduğunu düşünüyorum. Bunların kültür namına üretebilecekleri yegane şey turizm denen beladır. Tüm dünyayı birbirinin aynısı koca bir AVM’ye dönüştürmekten başka hiçbir boka yaramamıştır. Nerede yaşıyor olursanız olun, sokağa çıktığınızda gözünüze değen her şeyin bir ürün olduğunu fark edeceksiniz. Böyle bir dünyada, böyle bir hızda kültür üretmek mümkün değildir çünkü kültür demek birikim demektir. Ve böyle bir dünyada sanat da yok olacaktır çünkü sanat elemedir. Birikim olmazsa neyi eleyeceksin? Globalleşme ve teknoloji felakettir çünkü kültür ve sanat üretimini imkansız kılar. Kültür ve sanat üretemeyen bir insanlığın, haşere kolonisinden pek farklı olduğuna inanmıyorum.
Hall, Edward T. The Silent Language. Garden City, New York: Doubleday & Company, Inc, 1959
Tekin Gönül. Divan Edebiyatındaki Bazı Motiflerin Mitolojik Kökenleri. Journal of Turkish Studies 33/II (2009): 181-200
Bettelheim, B. (1976). The uses of enchantment: The meaning and importance of fairy tales. Thames & Hudson.
Telkin ediyor gibi olmasın da, entel müzikçilerin şahıslarına bam güm girdiğin kısa yazılarını da özledik he.
"Kültür üretimi sade bizim memlekette değil tüm dünyada durmuş gibi" akla Skallas'ın is culture stuck yazısını getirdi
https://paulskallas.substack.com/p/is-culture-stuck