Dünyanın sahibi olan bizler için, onun bir köşesinden mahrum kalmak ne büyük aşağılanma. Hakkında tam olarak bilgi sahibi olunmayan bir dünyada yaşamak ne tatsız. Oysa insan, kendisine teslim olan doğayı, istekleri yerine getirilen bir idealistin nankörlüğüyle hakir görmekte gecikmez. Gecikmedi de. Keşiften dönen Mr. Cook hayal kırıklığına uğradığını söyleyerek, insanlığın idol bellediği kara parçasını yalnızca “ıssız” olarak tanımladı. Kuzey Kutbu’nu bizim için değerli yapan onun ulaşılamaz oluşuydu. Bir kez ulaştıktan sonra bağrına saplanan sopanın ucunda küçük bir bayrağın sallandığı alelade bir toprak parçası, gerçekleştirilmiş bir rüyanın koltuk değneği, hayal gücünün önüne çekilmiş yeni bir engeldir. Alacağımızı aldık. Bundan daha sert ve daha acı veren bir düşüş olmamıştı hiç.
Karl Kraus; Die Entdeckung des Nordpols -1909
İlk kez Robert Peary ilan ediyor Kuzey Kutbu’na ulaştığını. Hemen akabinde Frederick Cook onu yalanlıyor, “ben bir sene önce gittim” diyor. Benzer tantana Güney Kutbu’na ulaşma yarışında da görülüyor. Roald Amundsen’in wikipedia sayfasına şöyle yazmışlar: “Amundsen ve ekibi, 14 Aralık'ta Robert Falcon Scott'tan 35 gün önce Güney Kutbu'na ulaştı.” Kutupların fethi bilimsel bir çabadan daha çok spor müsabakasına benziyor. Peşinden koşulan şey hakikat değil performans. Atom bombası, DDT, plastik vs. günümüz biliminin mustarip olduğu medeni yozlaşmanın mahsulleridir. Bu yozlaşmadan nasibini alan dallardan biri de etnomüzikoloji. İki temel uğraşı var: İlki envantere mümkün olduğunca çok ve çeşitli sayıda ürün kazandırmak, ikincisi de yarattığı karmaşıklığı düzenlemek ve analiz etmek. Oyalanması müthiş zevkli olan bu kısır döngü, toplum bilimlerinin oyun -bazen de yarış- sahasıdır. Yıllarca buralarda keyifle oyalandıktan sonra fark ettim ki bu işin hiç tadı kalmadı. Sade tadı kaçsa iyi, anlamını da yitirdi. Daha doğrusu bir anlamı olmadığını şaşırarak ve üzülerek gördüm. Felsefeden yani düşünsel bir maceradan neşet etmemiş bilim, teknoloji müsabakasından pek de farklı değil. Kendi dar örneğimden yani etnomüzikolojiden devam edeyim.
Kültür incelemesi diye kabaca özetlenecek bir saha. Onu ‘bilimsel’ kılan kıvılcım ise aydınlanma çağının icadı olan insan doğası fikrine teslim olmayışı. Aydınlanma çağının insanı fizik kanunlarına tabi, değişmez ve hayranlık uyandıran bir yalınlıkla işleyen doğanın, tıpkı onun gibi çalışan bir parçası, replikası adeta. Geleneklerin ve kültürün altında bir yerlerde saklanmış doğasının tutsağı bir mahluk. En dışta kültür denen renkli bir kabuk var. Kazıyınca altından toplumsal örgütlenme ve toplumsal ilişkiler çıkıyor. Onu da soy, davranış kalıplarına varıyorsun. Biraz daha ilerle, temel gereksinimler… Lahana gibi yaprak yaprak soy ki insana ulaşasın. Ulaştığın çıplak insanı da biyolojiye, anatomiye, fizyolojiye teslim edersin. Bu görüşe göre kültür, insanın insan olduktan sonra (alet kullanma becerisi, toplumsal örgütlenme vs. safhalarını geride bırakınca) ürettiği bir şey. Bu insana tamamlanmış hayvan desek yeri. Peki kültürel unsurlar, üzerinde bittiği kültürel olmayan zeminden ayrı yorumlanamaz mı? İşte toplum bilimlerinin müstakil bir bilim olabilmeleri bu soruyla, insan doğası fikrini işin dışında tutmakla başladı. Böylelikle katalogdaki kültürlerde bulunan ortak noktalar, insan varoluşunun beklenen ve doğal kültür mahsulleri olarak yorumlanabilirdi. Ortak olmayan noktalar ise doğasının ürünü olmayan; beklenmedik, tali ve bağımsız unsurlar olarak değerlendirilebilir. İnsanı doğasının tutsağı olmaktan kurtaran bir fikir. Böylelikle insan kendi kendisini yaratmış oldu. Tek bir soruyla bu ihtilafı özetleyeyim:
Duygular kültürel ürünler midir yoksa biyolojik ürünler midir?
Cevabı laboratuvarda veya saha çalışmalarında bulunamayacak bir soru. Her ne kadar tartışması zevkli olsa da bir yerden sonra kaba tadı veriyor. Bu noktadan sonra etnomüzikoloji ve diğer toplum bilimler için yürünebilecek iki yol kalıyor; malzeme toplama yarışına girmek ve malzeme analiz etmek. Bilime de sanata da hizmet etmeyen zevkli bir evrak memuriyeti. Yürünebilecek üçüncü bir yol göremiyorum. Lytton Strachey’in hoşuma giden bir sözünden yardım alayım: “Tarihçinin ilk ihtiyacı bilgisizliktir, basitleştiren ve açıklığa kavuşturan, seçen ve atlayan bilgisizlik.” Kültür, analiz ederek kavrayacağımız bir şey değildir çünkü doğası gereği tamamlanamazdır. Hatta ne kadar analiz edersen o kadar az tamamlanır. Çok sevdiğim bir kıssa ile bitireyim;
Hint öykülerinin birinde dünya bir filin sırtında durur. Fil ise kaplumbağanın sırtındadır. Bunu duyan İngiliz, Hintliye sorar: Peki o kaplumbağa neyin sırtında duruyor? Cevap basittir, başka bir kaplumbağanın sırtında. Peki ya o başka kaplumbağa neyin sırtında duruyor? Hintli cevap vermiş: “Bundan sonrası hep kaplumbağa artık”.