Onur Aymergen’in Ocak 2023 tarihli albümü Lunar hakkındaki görüşlerimi arzedeceğim. Meğer bundan üç sene evvel yayınlamış ilk albümünü (İstanbul Edition Nevi) ama ben hiç duymamıştım. Onur caz müziği kariyerine 5-0 yenik başlayanlardan çünkü gitar çalıyor. Daha önceden de yazmıştım, gitar çok yer işgal ediyor olsa da ne yazık ki caz müziğinde ağırlığı olan bir saz değil. Cirmi büyük cürmü küçük diyelim. Haliyle bir caz gitaristinin albümüyle dikkat çekmesi, taltif edilmesi güçtür. Onur da bu yazgının kölesi olmaktan kaçamamış. Sonda söyleyeceğimi başta söylemiş oldum.
Albümün açılış parçası Yeditepe, Onur’un müzik tasavvuru ve üslubu hakkında epey fikir veriyor. Kurt Rosenwinkel ile Pat Metheny’nin ‘90 sonrası tavrından beslendiğinin alametlerini gitar tonunda, sağ el kullanımında, ritm duygusunda ve hatta besteciliğinde kolayca izleyebiliyoruz. Tabii ki Onur bundan ibaret değil; bundan daha fazlası ve daha azı. Fazlalık nerede? Parça 8 dakikayı aşıyor. Caz müziği için normal kabul edilecek bir süre. Fakat parçanın yazılı kısmı 3,5 dakika. Caz tarihinde iz bırakmış parçalardan yazılı kısmı bu denli sünen var mıdır? Bu müzikte yazılı kısım bir nüvedir. Hem dinleyici hem de müzisyen, bu tek lokmalık nüveyi yutar ve onun çağrıştırdıklarını, akislerini paylaşırlar. Pat Metheny ve Rosenwinkel’in de besteciliğinde görülen haddinden uzun cümleler kurma adeti ekseriyetle gitarist hastalığıdır. Bu hastalık Onur’da daha belirgin. Daha az olan ne? Fiziksel kapasite. Hem Rosenwinkel hem de Pat Metheny son derece yetenekli adamlar. Bu yeteneklerini egzersizlerle iyice semirttikleri de belli. Yunus Günçe’nin gevezeliği ile Mustafa Çalık’ınki bir tutulabilir mi? (Yunus Günçe ismini örneğimi pekiştirmek, meramımı daha iyi anlatabilmek için verdim. Niyetim Onur’u tahkir etmek değil) Üstelik yazılı kısmın nihayete ermesiyle başlayan doğaçlama da yüreğe su serpen cinsten değil. Beyazlara has swingten yoksun, yavan bir doğaçlama. Albümdeki hiçbir parçada groove’u hissetmiyorsun. ECM cazı, kuzey cazı, beyaz cazı… Artık ne derseniz deyin. Vegan peynir bile bundan daha lezzetlidir. Straight beat üzerine kurulu bir doğaçlama kadar sıkıcı pek az şey var. Wingy Manone’nin harikulade bir groove tanımı var: “Aynı tempoda çaldığınız halde temponun hızlanıyor gibi gelmesi”. İşte albümdeki yavanlığın sebebi bu. Can dışında herkes teslim olmuş bu yavanlığa. Bilhassa Turgut Alp Bekoğlu’na dikkat çekmek istiyorum. Çok tutkulu ve yüksek enerjili bir müzisyen fakat klasik anlamda caz davulcusu olmaktan çok uzak. Ediz Hafızoğlu'nun üslubunu çok benzetiyorum Turgut Alp Bekoğlu’na. O da döverek ve iştahla çalıyor. Her ikisi de iyi birer funk, rock, blues davulcusu olabilirler ama cazda kesinlikle vasatı aşamıyorlar. Parçanın doğaçlama kısmı nasıl sonlanıyor ve temaya nasıl paldır küldür bağlanıyor bir bakın. Bu doğaçlama zaten buraya varırdı duygusunu yaşatmıyorlar değil mi? Hatta aksine, uğramak zorunda olduğumuz bir yere vardığımızı hissediyoruz. Bu faturayı Onur’a olduğu kadar davulcuya da kesmek lazım.
İkinci parça için de söyleyeceklerim çok farklı değil ama bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu kez doğaçlamanın bitişi aynı rahatsızlık hissini uyandırmıyor. Neden? Çünkü doğaçlama temaya bağlanmıyor. Bu, temanın kısırlığına da delalet edebilir, müzisyenlerin iyi dinleyiciler olmadıklarına da. Tema kısırsa doğaçlama ondan doğmaz ve temadan o kadar ayrışır ki bir yerde örtüşemez. Ya da müzisyenler temayı dinlememiş, özümsememişler ve ondan bir doğaçlama kotaramamışlar. Parçayı kurtarabilmek namına doğaçlamanın finalini tasarlamaya mecbur kalmışlar. “Hepimizin doğaçlaması bitince Turgut Abi’nin sırası geliyor. Turgut Abi doğaçlarken biz de zeminde şu cümleyi tekrar edeceğiz ve finalde Turgut Abi’de bize katılacak.”
Winter hakkında da iki kelam edeyim. Parçanın açılışı geçen akşam mutfakta yaşadığım deneyimi hatırlattı bana. Kinoa unundan krep yapıyordum. Youtube’da bir kanalda gördüm, deneyim dedim. Bir su bardağı kinoa, bir su bardağı su, azıcık tuz ve bir yumurta sarısını karıştırarak harç yapacağım. Karıştırdım ve bir parça koydum tavaya. I ıh. O kadar cıvık oldu ki dağıldı gitti. Unu az geldi herhalde diye biraz daha kinoa ekledim. Bu sefer de topak topak oldu. Evde çırpıcı da yok. Niye böyle oldu ki şimdi? Biraz interneti kurcaladım. Tabii ya karnıyarık otu lazım. Bir ara sipariş etmiştim bir yerlerden. Bir tatlı kaşığı koydum ondan, galiba oldu. Koydum tavaya bir parçasını. Yarısı yapıştı tavada kaldı, öteki yarısı hello gibi dağıldı. Kinoası batsın dedim, vazgeçtim. Parçanın açılışındaki sancılı süreç bana bu tatsız deneyimimi çağrıştırdı. Birbirine karışmayan, manasız bir gürültü. Parçanın kendisi de tatsız. Böyle parçaların formülü bellidir; kazık bir ritmin üstüne melodini inşa edersin. 11/8’lik mesela. Dinleyici onu saymaya, kavramaya çabalarken sen söyleyeceğini söylemiş olursun. Bu müzikte dikkat çekebileceğin başka bir şey yok zaten. Ne doku, ne melodi, ne armoni; sadece kazık bir ritm. O kadar. Akademik müzik.
Albümde beni biraz olsun heyecanlandıran tek parça Lunar I oldu. Küçük ama hazmı zor. Onur’un diğer müziklerinde de böyle parlak ve taze fikirler var fakat çok kötü işlenmişler. Belki rehber olarak Metheny ve Rosenwinkel yerine Eivind Aarset veya Lionel Loueke’yi seçmeli. Besteciliğini de teknik kapasitesine uygun olarak tekrar gözden geçirmeli. Hızlı düşünebilen, hazır cevap bir müzisyen olmadığı besbelli. Umalım ki bir sonraki albümünde zayıf yönlerini değil de kuvvetli taraflarını sergilesin.
Yazıyı minik bir methiyeyle bitirmek istiyorum. Can Çankaya’yı daha önce ciddiyetle dinlememiştim doğrusu. Albümde dinleyici heyecanlandıran, ona çizilen dar çerçeveyi ustaca esnetebilen, melodi kurma becerisi yüksek bir müzisyen. Aşağıdaki videoda Spring’teki solosunun girişinden bir kuplenin transkripsiyonunu bulacaksınız. Kendisini tebrik ediyor, alnından öpüyorum. Berhudar olsun.