Davul, bas, gitar ve trompetten oluşan bir dörtlü, stüdyo kiralamak isterler. Telefon açar ve “falanca saat uygun mu” diye sorarlar. Stüdyo sahibi de “kaç kişisiniz” diye sorar. Telefondaki ses cevap verir: ”Üç müzisyen, bir de davulcu”.
Böyle bir fıkra neden yazılmış tahmin edebiliyorsunuz değil mi? Orkestradaki herkes öyle ya da böyle melodi, armoni, ritm vs. yi bir arada düşünür, tartar ve adımını ona göre atarken, davulcunun bu kulvarlardan yalnızca birinde (ritm) yürümesi yeterlidir. Bu da onu ‘yarım müzisyen’ yapar. Fıkranın kaşıdığı yer burası işte. Dostlarım bilirler ki bestekar davulculara hususi bir alakam vardır çünkü davulcular kendileri hakkındaki ‘yarım müzisyen’ kanısını boşa çıkarmak istercesine bestelerini özlü melodiler üzerine inşa ederler. Hatta diyebilirim ki davul bir parça sönük bile kalır albümlerinde. Bunu bir trompetçinin, gitaristin, piyanistin albümlerinde göremezsin. Orkestranın lideri hangi sazı çalıyorsa, en çok onun sesi çıkar, en çok onu duyarız. Basçıların albümlerinde dahi bu böyledir. Tabii ki Charles Mingus, Christian McBride, Ron Carter, Charlie Haden gibi pek çok ölçülü, serinkanlı besteci var fakat yine de pek çoğu ilgiye aç, orkestranın içinde eriyemeyen, gösterişçi müzisyenlerdir. Stanley Clarke, Victor Wooten, Richard Bona, Marcus Miller, Miroslav Vitouš… Besteci davulcular içerisinde gösterişçiler çok küçük bir azınlıktır. Aklıma bir tek Dave Weckl geliyor ki onu da besteciden saymak ne kadar doğru olur? Besteci davulcuların en önemlilerinden biri şüphesiz Paul Motian’dır. Daha evvel duymadıysanız bu ismi, I Have The Room Above Her ile başlayınız onu tanımaya. Çok çarpıcı, çok dokunaklı melodiler bulacaksınız. Sonra Brian Blade var. Müziği senkoplara boğmayan, köşeleri vurgulamaktansa merkezi flulaştıran, dinleyerek çalmasını bilen iyi bir eşlikçi ve iyi bir besteci. Pek bilinen bir isim değil fakat Nasheet Waits’i de parlak besteci/davulculardan sayarım. Between Nothingness and Infinity dinlemeye değer bir albümdür. Aynı zamanda iyi bir piyanist ve vibrafonist olan Joe Chambers da, hiçbir albümü diğerine benzemeyen, heybesi geniş müzisyenlerdendir. Her ne kadar soğuk bir albüm olsa da Mirrors, bestecinin kusursuz tekniğinin numunesidir. Sevdiğim bir davulcu ve besteci olmasa da Joey Baron’u da anmalıyım. Baron’un besteciliğini tanımak isteyenlere Down Home albümünü öneririm. Jack DeJohnette, Roy Haynes, Elvin Jones, Max Roach gibi ustalar ise her ne kadar aynı zamanda besteci olsalar da bestecilikleri, üzerinde kalem oynatmaya değmeyecek kadar cılızdır. Gelelim bizim memlekete. Besteci/davulcuların ilki Okay Temiz’dir fakat onun davulculuğu da besteciliği de bu yazının konusu değil çünkü eşlik ettiği ve bestelediği müzikler cazdan çok etnik müziğe yakın. Sonra Cengiz Baysal var. 2003’te Yıldızların Üstünde’yi çıkardı. Daha sonra çıkardığı albümler de aynı çizgide. İçinde pek az ‘caz’ var. Fusion ve rock müziğe düşkün bir caz davulcusunun, ritmik şakalarla bezeli tatsız müzikleri. Böyle özetleyebilirim. Emre Kartari ve Ferit Odman albümler yaptılar fakat besteci/davulcu değil lider/davulcu vasfıyla dinlemiş olduk onları. 2015’te de Şenol Küçükyıldırım Scape’i yayınladı. Belki beni geri kafalı bulacaktır ama bu albümdeki müziklerden yola çıkarak bestecilik tetkiki yapmak zor. Aynı yıl Ediz Hafızoğlu da Nazdrave’yi çıkardı. İçinde caz motiflerinin de bulunduğu bir albüm bu, o kadar. Sulandırılmış bir caz da değil. Caz, bu albümün içerisinde bir çeşni sadece. O yüzden bunu da eliyorum. Elde ne kaldı? Kaan Çelen’in Na-Zi-Le’si. Albümdeki bazı parçaları beraber çaldığı ustalarıyla bestelemiş. Bebek adımı fakat 24 yaşındaki bir genç için önemli adımlar. Daha önce yazmıştım zaten.
Ve Mehmet Ali Şimayli’nin Portrait and a Dream’i. Albüm iyidir, kötüdür o şimdi bir dursun. Önce şunu söylemeliyim; bu albümden sonra Mehmet Ali’nin, memleketin ilk davulcu/bestecisi olduğunu gönül ferahlığıyla söyleyebilirim. Geç ve güç oldu. Keşke Ferit Odman, Cem Aksel, Can Kozlu, Volkan Öktem, Ateş Tezer gibi ustalar icra da olduğu kadar bestecilikte de rehberlik etselerdi.
Gelelim albüme. Tek bir şarkı dışında (Ink) beni heyecanlandıran hiçbir şeye denk gelmedim ne yazık ki. Kum torbası olarak seçeceğim şarkı Ever-reign
Son derece kararlı ve pek seslerle başlıyor üflemeliler. Aynı iki-üç nota tekrar tekrar seslendiriliyor. Cümlenin altını çizmektir bu. Fakat fark ediyorsun ki bazı harflerin altında iki-üç çizik birden var. Demek ki altı çizilen şey kadar çizgilere de dikkat çekmek istiyor. Hem tartım (vezin) hem melodi var tezgahta. Davulun girişiyle birlikte melodi saçılıyor ancak vezni takip etmek çok güç. Uzunca bir cümleyi ters-yüz edip iki kez, soluksuz söyledikten sonra derin bir nefes alış geliyor. Sonra cümle soluksuz şekilde yineleniyor ancak bu kez farklı bir vezinle. Ve yine nefes alınıyor. İkinci bölümü piyano açıyor. Ne diyor bu bölümde peki? İlk bölümdeki cümleyi hecelerine ayırıp, o hecelerden yeni bir cümle kuruyor. Bu lafazanlık bizi nereye götürüyor? Tırmanışa. Davul geniş tartımı bırakıp zamanı tek hecelere bölüyor. Tak-tak-tak-tak… Karmaşa çözülmediği gibi tansiyon da gitgide artıyor. Birazdan ağzındaki baklayı çıkarır herhalde diye umuyorsun. Yok. Bir şey söyleme mecburiyeti hisseden müzisyenler yavan laflarla doğaçlamaya başlıyorlar. Müzisyenin tadacağı en sevimsiz duygulardan biridir bu. Nihayet Mehmet Ali tansiyonu daha da arttırıyor ve sonra? Sonra bir şey yok. Fade out ile bitiyor parça. Sanat müziğinde fade out demek “nasıl bitireceğimi bilemedim”, “kendi attığım düğümü çözemedim” demektir. Sanat bir tasarımdır, kompozisyondur. Her kompozisyon da öyle veya böyle engebeler, doruklar, düğümler, serimler ihtiva eder. Bu yüzden hiçbir sanat müziği fade out ile bitmez. Sanatçı son sözü dinleyiciye bırakmaz. Tabii tüm bu söylediklerim profesyonel dinleyiciler içindi. Amatör dinleyici için şu parça, anlamlandıramadığı seslerin lezzetsiz bir aradalığından başka şey değildir.
Şimdi de Ink’e gelelim.
Nefis bir parça. İlk dinlediğimde vuruldum. Başka bir bestecinin mi acaba diye düşündüm ama ı-ıh. Mehmet Ali yazmış. Tamer Temel’in Coda’sından beri ilk kez çarpılıyorum Türk Caz repertuarındaki bir parçaya. Bir kaç kez dinledim. Yok. Bayatlamıyor. Yazının bundan sonrası profesyonel dinleyiciler için. A4 kağıda cetvelle nota kağıdı çizip yazdım. Mazur görün. Bunun üzerinden okumanız gerekecek.
İlk 4 ölçü C melodik minör yürüyor. Buna jazz minor scale demek daha doğru çünkü melodik minör inici yürüyüşlerde doğal minör gibi iner. Her neyse. İlk cümle dördüncü ölçünün sonundaki do sesiyle yani gamın en kararlı sesiyle bitiyor. Piyano (Anıl Bilgen) çok şık bir dokunuşla Ab Maj7 duyuruyor. Hem jazz minor dizisini doğal minöre taşımış oldu hem de dizinin en kararlı sesini, en kararsız akorla (submediant maj7) flulaştırdı. Cümlenin bitmesine izin vermedi yani. Devamının geleceğini sezdirdi. 5. ölçüyle başlayan ikinci cümle A majör dizisinde. Birbiriyle tamamen alakasız iki dizi bunlar ve bu geçişi yumuşatmak için hazırlayıcı akor geçişleri falan da yok. Tek bir nota ile tutunmuş A majör dizisine: Si. Zaten iki tane ortak ses var iki dizide, biri si öteki de la. Birinci bölümün son sözünü söylemek için E minör dizisine uzanacak ve geçişi Bb minör üzerinden yapıyor. Piyano ise Am Maj9 seslendiriyor. Dizide olmayan bir akor. Bunun bir analizi olmaz. Kural dışı ve çok sürükleyici bir gezinti si sesinde duraklıyor. C melodik minörü ve onun pekiştiricisi Cm Maj7 akorunu çağıran bir ses. Fakat beklenen olmuyor ve E melodik minör ile devam ediyor. Melodi o kadar kaygan ki ölçünün içerisinde bile dizi değişiyor. Kırmızı ile yuvarlak içine aldığım fa sesine dikkat edin. A melodik minör oldu bu kez. Sonra G melodik minör ve yine C melodik minör. Son duyduğumuz ses yine si. Kocaman bir daire çizip başladığı noktaya gelmiş oldu. Son sözü söylemekten daha zor olanı onu geciktirmektir. İkisini birden şaşılacak bir ustalıkla yapmış. Uzun uzun doğaçlamaların analizini yapmayacağım. Kısa keseceğim. Hepsini ama bilhassa Anıl Bilgen’i çok beğendim. Çok az konuşuyor ama hep yerinde laflar ediyor.
Bu son paragraf olsun. Şöyle bitireyim; tek şarkıyı dışarıda bırakırsak (Ink), Mehmet Ali vasat bir albüm yapmış. Avrupa’dan çıkan caz ekseriyetle vasat mahsul veriyor zaten. Bu böyle. Türkiye’deki caz da hemen hemen bu seviyede, belki biraz daha altında. Fakat bu Mehmet Ali’nin ilk albümü ve oğlan daha çok genç. Ustaları albüm yapmaya mecal bulamaz, küskün şekilde pineklerken o hiç alıcısı olmayan bir tezgaha ürün koymuş. İnsan kahramanlığa bu yaşlarda soyunmayacaksa ne zaman soyunacak? Bu şövalye ruhlu davulcuyu yürekten kutluyorum. Dilerim hevesini yitirmez, Ink gibi başka şaheserler de bahşeder. Bir de çok rica ediyorum birileri Türk Caz repertuarının transkripsiyonuna el atsın. Müktesebat yazıyla oluşur. Müktesebat olmadan aktarım; aktarım olmadan birikim; birikim olmadan da sanat olmaz.
Sevgiler.