Münir Nurettin Selçuk büyük bir besteci/icracı mıdır?
Neden?
Bu soruya cevap aramayan ve vardığı hükme bizi ikna edemeyen Münir Nurettin biyografilerini peksimet gibi yavan buluyorum. Bu sebeple yazımın amacı mezkur soruya cevap vermek ve vardığım hükme sizi ikna etmek olacak.
Büyük icracı ne demektir?
Evvela virtüözdür. Her ne kadar sözcüğün nicel bir tanımı olmasa da ilgilendiği müzik türünün klasiklerini kusursuz şekilde icra edebilen, sazına hakim kimse diyebiliriz sanırım. Bu vasıflara haiz olmak büyük icracı olmak için yeterli midir? Bence hayır. Misal caz gitaristi Rusell Malone, bir virtüözdür ancak unutulmaz icracılardan biri değildir. Yahut Rosalyn Tureck. Klasik müzik piyanistidir. Elbette virtüözdür fakat unutulmaz icracılardan biri olduğu söylenemez. Serkan Çağrı klarnet virtüözüdür ancak vasat bir icracıdır. Daha bir dolu örnek sayılabilir. Körleme diye bir oyun vardır. Jazz dergisi her sayısında bir konuğuyla oynar bu oyunu. Çalan müziği dinlersin ve müzisyenlerin kimler olduğunu tahmin etmeye çalışırsın. Az evvel saydığım isimlerin ortak özelliği şu; körleme oyununda bunları tanımak neredeyse imkansızdır. Oysa unutulmaz icracılar böyle değildir; Glenn Gould, John Scofield, Eric Dolphy, Helmut Walcha, Piçoğlu Osman vs… Büyük icracılar yaşadıkları dönemde her zaman tartışmalı figürler olmuşlardır. Ornette Coleman kimilerince dahi, kimilerince düzenbazın tekidir. Tanburi Cemil döneminde sık sık tenkit edilen, “bağlama gibi tanbur çalıyor” diye eleştirilen biriydi. Kimi büyük icracılar da değişime direnerek geleneği muhafaza etme gayretinde olur, icra ettikleri sanatın kurumsallaşmasına katkıda bulunurlar (bkz: Aziz Pavlus). Kolay gibi dursa da çok zor iştir. İkinci adam olmak büyük olgunluk gerektirir. Sviatoslav Richter böyle biridir mesela. Meral Uğurlu’yu da böyle değerlendirebiliriz. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Münir Nurettin bir virtüözdür. Bir kere klasik müziğimizin o dönemki en namlı, en iyi hocaları olan Ahmed Irsoy ve Bestenigar Hoca Ziya Bey’in öğrencisi olma şerefine nail olmuştur (Refik Fersan’ı da hocası sayabiliriz). Bu isimlerden meşk yoluyla müteaddid fasıllar öğrenmiştir. Yani geleneksel müziği geleneksel şekliyle bellemiştir. Ve dönemin önde gelen müzisyenlerinin neredeyse hepsi sayısız kereler Münir Nurettin Selçuk’un yeteneğini takdir etmişlerdir. Bu konuda bir ağız birliği olduğunu söylesem abartı olmaz. Zaten üstünkörü bir dinlemeyle bile Münir Bey’in sesine ne denli hakim olduğunu anlarsınız. Yine de bir karşılaştırmayla Münir Bey’in yeteneğine şahitlik edelim;
Mahmud Celaleddin Paşa’nın bayati şarkısı Nar-ı firkat şule paş oldukça sinem dağlıyor’un bir kuplesini dört farklı icracıdan dinledik. İlkini Necmi Rıza Ahıskan seslendiriyor. Süssüz, harfi harfine notaya sadık kalan mektepli tavrıdır bu. İkinci sırada Mediha Şen var. Ufak tefek süslemeleri duydunuz değil mi? Çeş-mim hecesinde de duraksayarak, gerdaniye perdesine tutunuyor ve makamın durak sesi olan dügah perdesine kadar düşüyor. Mustafa Keser bunu tercih etmemiş. Duraksamadan devam ediyor yoluna. Onun okuyuşu da Mediha Şen’inki gibi gösterişsiz ve sade. Münir Nurettin’in icrasında dikkatimi çeken ilk şey, eseri “yerinden” okuması. Bu bir meydan okumadır. Diğer tüm icracılar (buna Bekir Sıtkı, Meral Uğurlu, Recep Birgit, Tülûn Korman da dahil) şeddinden okumuş. Yani transpoze ederek okumuşlar. İkincisi, Münir Nurettin’in okuyuşunda süslemeler çok daha belirgin. Mesela Mustafa Keser usule tam manasıyla uyarak ve hiç duraksamayarak okurken bir risk alıyor. Nedir o risk? İcracıların nerelerde nefes aldıklarına dikkat ediniz ve taklit etmeyi deneyiniz. Nefes nefese kalacaksınız. Münir Nurettin çeş-mim hecesindeki duruşunu (fermata denir buna) telafi etmek istercesine her ölçüyü türlü şekillerde nakış gibi işliyor, süslüyor fakat bir nağme tufanına da boğmuyor. Finalde de oktava çıkarak imzasını atıyor. Bunu da glissando ile yapmıyor, zıplayıveriyor. Şöyle tarif edeyim:
Hani artistik cimnastikte sporcuların atlayıp zıplayıp sonra şöyle bacaklar bitişik, kollar açık çakı gibi duruşları var ya; hah işte Münir Nurettin’in oktav atlayışları da öyle. Onca hareketten sonra nasıl yalpalamadan durabildin öyle?
Münir Bey’in maharetiyle ilgili bir husus daha var, ondan da kısaca bahsedeyim. Raif Hanım’ın muhayyer şarkısı Gün kavuştu su karardı, beni üzme güzelim’i üç farklı icracıdan dinleyelim. Meral Uğurlu, Bekir Sıtkı ve Münir Nurettin.
Nefes alışları takip etmeye çalışınız. Münir Nurettin’in 4 nefeste tamamladığı kısmı diğerleri 7-8 nefeste tamamlayabiliyorlar. Sadece bu parçada değil hemen her parçada Münir Nurettin şaşılacak denli az sayıda nefesle bitiriyor parçayı. Bu konuda onunla yarışacak hatta yakınına yaklaşacak biri yok. Bundan bize ne? Kondisyonsuz teknik olmaz. Bizesi bu.
Sanıyorum Münir Nurettin’in kapasitesi ve kabiliyetinin sınırlarını hakkında az da olsa fikir sahibi olduk. Gelelim üslup meselesine. Büyük icracı olmak için kabiliyet yetmez, üslup da gerekir demiştim ya peki Münir Bey’e ait bir üslup var mıdır?
Bu sorunun da cevabı kesindir: Evet. Hatta öyle ki bu kendine has üslubu, sanatçının en sık tenkit ve takdir edilen yönüdür. Ve müziğiyle sınırlı bir üslup değildir bu. Kılık kıyafetinden konser performansına; plak kayıtlarından gazetedeki demeçlerine kadar her yerde görülür bu üslubun izi. Ondan evvel hiçbir “alaturka” müzisyen Münir Bey gibi giyinmezdi mesela. Arşivdeki fotoğraflara bakın bakalım, görecek misiniz hiç papyonlu, fraklı birini? Alafranga bir giyim kuşamı vardır yani. Kendisini sunuşu, çizdiği imaj da alafrangadır. Münir Bey’den önce, şarkı söyleyen alaturka müzisyenlere muganni veya hanende denirdi biliyorsunuz. Fakat o kendisini “sanatçı” (artist) olarak tanıttı ve kabul ettirdi. Önemli bir detaydır bu. Hanende imajı alafrangalaşmış olmuyor, statüsü de yükseliyor. Gazinolarda, lokantalarda falan konser vermemesi de bunun göstergesi. Ekseriyetle sinema ve tiyatrolarda sahne almıştır. Suadiye Plajı falan gibi yerlerde konser vermesi nadirdir. Müzikal üslubu da alafrangadır. Daha doğrusu alafrangalaşmış bir alaturkadır. Bu tanıma John Morgan O’Connell’in yazdığı Münir Nurettin Selçuk biyografisinde rastladım. Bu üslubu benimseyen ilk kişi değildir Münir Bey. Üsküdarlı Bülbül Nedim Bey (ölümü 1910) ile başladığı söylenir bu tavrın. Rahmetli de canti ve hovarda bir adammış. Sermet Sami Uysal’ın Yahya Kemal’le Sohbetler diye bir kitabı var. Yahya Kemal merhumu şöyle anlatmış:
“Hânende Nedim Bey, Halim Paşa’nın yalısında söylermiş. Nedim Bey’in davudî, lirik, bambaşka bir sesi varmış. Halim Paşa’nın hemşiresi Prenses Zehra, Nedim’e sesinden âşık olmuş. Ve onunla evlenmiş. Nedimlere udî ve bestekâr Ali Rifat Bey sık sık gelirmiş. Ali Rıfat, Prenses Zehra’ya âşık olmuş. Ve Nedim’den boşatıp kendisi almış. Nedim de Heybeli’ye çekilip kendisini içkiye veriyor ve orada ölüyor. Salah Cimcoz’un damadı tüccardan Haydar Bey, Prenses Zehra’nın Nedim’den olan oğludur. Nedim, Münir Nureddin’den bin defa üstün bir sanatkârdır. Münir’i Ali Rifat Bey yetiştirmiştir.”
Peki neymiş bu müzikal üslup? Neye benziyor? Hazırladığım videoda Dede Efendi'nin Gözümde daim hayali cana adlı rast eserinin küçük bir bölümünü, dört farklı icracıdan dinleyeceksiniz.
İlkini Sadeddin Kaynak okuyor. Hâfız üslubu süslemenin ve gırtlak nağmesinin fazla olduğu, Kur’an tivaleti ve dini musiki izlerini taşıyan bir üslup. Eserin ritmik yapısına vurgu yapan, “goygoylu” bir okuyuş. Tırnak içindeki laf Erol Sayan’a ait. Hafız Burhan da böyledir. Lâdînî müziği de aynı şekilde okur. Bimen Şen’in Hüzzam şarkısı Sabrımı Gamzelerin Sihriyle’yi nasıl okuduğuna bakmanız yeterli. Yahut Hafız Kemal’den Selanikli Ahmed’in Karcığar şarkısı Gönül Beni Usandırdı’yı dinleyin.
İkinci icracımız Zeki Müren. Metronom nasıl da yavaşlayıverdi değil mi? Hafız üslubundaki kayganlık kayboldu. Suyun altına tuttun da elde kuru bir öz kaldı sanki. İç bayıltan, heyecan uyandırmayan bir icra.
Üçüncü sırada Perihan Altındağ var. Perihan Hanım’ın tavrını da radyo üslubu olarak tanımlayabiliriz. Nüans ve nağmeleri abartısız, nefes alış verişleri yerinde, ölçülü, temiz bir icradır radyo üslubu. Kimileri bu üslubu eleştirmiş (nota tapıcılığı demiş mesela Reha Sağbaş) kimileri de (Mustafa Doğan Dikmen) nota dışına çıkan süslemeleri tahrif olarak değerlendirmiş, bu üslubu savunmuş. Yazının konusu değil fakat ben bu tavrı sıkıcı bulanlardanım. Ancak Perihan Altındağ bu tavrı emsaline kıyasla çok daha diri, canlı sunan biri.
Son olarak da Münir Nurettin’i dinliyoruz. Bu eseri iki kez seslendirmiştir aslında. İlkini 1929’da Sahibinin Sesi şirketi için seslendirmiş. Raif Kara’ya, Tamer Başaslan’a falan da sordum, ı ıh. Yok. Bir tarihte birisi plaktaki sesi kaydedip youtube’a yüklemişti. Orda dinlemiştim. Münir Bey’in muzır oğlanları sildirmiş olacak. Ulaşamadım. Burada paylaştığım icra 30 sene sonrasına ait. Bambaşka bir tavır. Oktav kullanımlarını görüyorsunuz değil mi? Üslubunun imzası budur. Münir Bey’den önce hemen hemen hiç kullanılmayan bir şey bu. Göze çarpan diğer şey ise ritmin tamamen silikleşmesi. Metronom bir düşüyor, bir yükseliyor ve vurgular tamamen flulaşmış. Abartılı bir rubato. Oysa Sadeddin Kaynak’ın icrasında ritm ne kadar belirgindi değil mi? Ve teatral bir okuyuşu var. Bunu nasıl tarif etmeli bilmiyorum. Allı Yemeni icrasında bir yer var, tam olarak anlatmak istediğim şeye denk geliyor:
“O söyledi - ben ağladım” mısraına dikkat edin. “Ben” demezden evvel hıçkırık gibi, iç çekiş gibi bir hamlesi var. Plainte deniyor buna. Hançere nağmelerine aşina olan müziğimiz bu tarz ifade nüanslarına yabancıdır. Bu tavır da Münir Bey ile neşvünema bulmuştur. Pek çok biyografide bu tavır Münir Bey’in Paris’te aldığı müzik eğitimine yorulsa da burada bir müzik eğitimi aldığı şüphelidir. O yıllarla ilgili ne kendisi bilgi vermiş ne de başkasının malumatı var. Fahire Fersan bir röportajda Fransa seyahatinin Münir Bey’de müzikal açıdan bir değişiklik yaratmadığını söylüyor. O kadar. Neyse, bu faslı da burada keselim.
Zannediyorum Münir Nurettin Selçuk’un kendine has, akranlarından ayrı, yeni, süzme bir üslubu olduğunu da görmüş olduk. Bu üsluba burun kıvıranlar da olmuştur, hayran olanlar da. Yazının amacı bu görüşlerden hangisinin doğru olduğunu tartmak değil. Böyle bir terazinin olabileceğini de sanmıyorum. Her iki görüşü de anlamak lazım. Önemli olan şu; Münir Nurettin Selçuk gelenekten kopmadan yeni bir ses bulmayı başaran çok büyük, mübdi bir icracıdır. Bir gazelhan düşünün ki frakla sahneye çıksın ve yadırganmasın. Olacak iş değil.
Tartışılacak ikinci husus ise Münir Nurettin’in besteciliği. Bunun mizanı icracılığınki kadar kolay olamaz tabii ki. İcracılıktaki hüneri mezurayla ölçer biçersin ama bestecilik görece subjektif, enfüsi bir şeydir. Yine de şansımı deneyeceğim.
Münir Bey’in 84 tane eseri vardır. Aşağıda tümünü sıraladım.
2 gazel (Aheste çek kürekleri ve Lâl olursun söylesem), 1 kâr (Biz şi’ri böyle söyledik), 1 kârçe (Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül), 2 yürük semai (Hülyâma doğan son güneşim son hevesimdi ve Ruhsârına aybetme nigâh ettiğimi), 1 beste (Mehpâreler elinde kalmış şikeste gönlüm), 1 ağır semai (Sâkî parıldasın şefâk-ı meyle câmımız), 2 marş (Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına ve Milletim aç bağrını sevinçle aç ta ısın), 1 mersiye (Yok gayri bizlere uyku dinek vay), 2 ilahi (Evvel Allah âdını yâd edelim ve Git ey akan gözyaşım git o cânânıma söyle) hadi 2 tanesine de fantezi diyelim (Hayat mısın ölüm müsün nesin ve Pencereyi kapatıverdim) 69 tane şarkı bestelemiş. Sadece 1 saz eseri var, onu da seslendirene rastlamadım. Münir Bey’in tüm eserlerini tek tek tetkik etmek bu yazının boyunu aşacağı için ben numuneler seçip onlar üzerine konuşacağım. Nihavend beyefendinin favori makamı. Gelenekten kopmadan modern olma gayesiyle yola çıkan birinin favori makamı Evcara olamazdı zaten. Nihavend Türk müziğine has arızaları ihtiva etmeyen bir makam (Birisi “bu makamı sevenler bir tür Nothing Else Matters Metallica'cısıdır” yazmış). Ruhsârına Aybetme Nigâh Ettiğimi’yi örnek şarkı olarak seçelim. Son derece sıkıcı, heyecansız bir nihavend. Sazların neva’da hicaz yürüdüğü yer dışında makamdan milim taşmamış. Bu taşkınlığı da taşkınlıktan saymalı mı bilmiyorum. Tüm nihavend eserleri için aynı şeyi söyleyebilirim. En popüler olanı sanırım Biraz kül biraz duman’dır. O da aynıdır. Bu haliyle Türk müziğindeki şarkı formundan çok Batı müziğinin liedlerini andırıyor. Buna karşın rast eserleri içerisinde geleneksel müziğin lezzetini veren nağmeler bulabiliyorsun. Sâkî Parıldasın Şafak-ı Meyle Câmımız’da buselikte buselik dörtlüsü ve yerinde hicaz beşlisinin kullanımı gibi taze manevralar görürsün. Beni en çok şaşırtan eserlerinden biri Gittin de bıraktın beni aylarca kederde. Hicaz makamının seyir özelliklerini sonuna kadar sündüren, ona her türlü çeşniyi katan Giriftzen Asım Bey’de bile rastlamadığım çeşniyi bu şarkıda buldum. “Derman olur dönüşün ancak bizdeki derde” mısrasında buselik makamını duyuyoruz. Aynını Dede Efendi’nin hicaz bestesi Ey çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni’nin “çün nafe bağrım hun edüb sahralara saldın beni” mısrasında da duyarız. Yine bir başka hicaz şarkı Aziz İstanbul’da da aynı numarayı yapar: “Ah nice revnaklı şehirler görünür dünyada”. Hemen sonrasında sıra dışı bir hamle geliyor; eviç perdesinde segah çeşnisi. Epey hicaz eser taradım, böyle bir seyre rastlamadım. Bu arada Allah aşkına nasıl bir icradır bu ya. O ne haşmet, o ne heybet. Tüyleri diken diken olmadan dinleyebilen var mıdır yahu şu şarkıyı? Aynını Dönülmez Akşamın Ufkundayız için de söyleyebilirim. Çok zarif geçkilerle bol çeşnili, çok sanatlı bir şarkı. Fark edeceğiniz bir çok yerde gibi aynı notaya peşpeşe vurgu var; dö-nül-mez-ak-şa-mın (segah perdesi) / bu-son-fa-sıl-dır (neva perdesi) / ge-niş-ka-nat-la-rı-boş-luk-ta (tiz segah perdesi) vs. vs. Bunu pek çok şarkısında duyarsınız. Biraz daha resitatif bir hava katar. Klasik Türk Müziği’nde pek rastlanmayacak şeydir. Daldan dala konmaya ara verip besteciliğiyle ilgili düşüncelerimi toparlamaya çalışayım:
Klasik Türk Müziği’nin hem klasik hem romantik dönemine temas edebilen; bununla birlikte dini müzik, gazel ve halk müziğine de bigane olmayan ve tüm bunları Avrupa sanat müziğinin havası ve jargonuyla süsleyen; şaşılacak derecede ölçülü bir besteci. Ortaya çıkan bu ilginç ve mülevven amalgam ne 18-19. yüzyıl Klasik Türk Müziği kadar okkalı ne de 20. yüzyıl başında üçüncü dünya ülkelerinde peydah olan bastardize hafif müzik kadar ucuz. Orta yolculuğun en sık görülen komplikasyonu olan kimliksizleşmenin gadrine uğramamış, hem icracılığı hem besteciliği hem de üslubuyla bir rol model olmuştur. Hatta pek çok müzisyen için bir efsane, mitolojik bir kahramandır. Bu haliyle de Atatürk’e çok benzer. Bu benzerliği sade ben fark etmiyorum tabii. O’Connell’in nefis bir tespiti var. Diyor ki: “Her iki adam da devrimciydi. Biri toplum öteki müziği dönüştürüyordu. Her ikisi de Osmanlı kültürüne derin bir saygı duyuyor ancak yüzlerini Batı’ya çeviriyorlardı. Her ikisi de buyurgan, kibirli tiplerdi ve her ikisi de kariyerlerini sonradan yapay bir şekilde kurgulamış, kendi kişiliklerini mitleştirme konusunda aynı yoldan gitmişlerdir.”
Bir bu kadar da gazelhanlığı ve gazel üzerine yazmak gerek ama yetsin. Başka bir zaman da onu yazayım. (Bu arada yazının başındaki fotoğrafın ve daha nice Münir Nurettin fotoğrafının orijinali bendenizde bulunuyor. Küçük oğluna duyurulur.)
Kac kisiye ulasiyorsunuz bilmiyorum ama boyle detayli bir analizi iceren bu guzel yaziniz umarim hak ettigi ilgiyi goruyordur. Pazar gunumu ihya ettiniz. Tesekkurler!