Efenim Beethoven hakkında sayfalarca kalem oynatan, Chopin deyince ah u zâr iden necip insanımız nasıl olur da Dede Efendi’ye bigane kalır? Nasıl olur da onu Batı’nın mizanıyla tartar da “Gülnihal ilk Türk valsidir” diye hüküm verir?
Dede Efendi’nin tanınmıyor, hakkının teslim edilmiyor oluşunu kıymet bilmezlikle, yabancı hayranlığıyla veya eziklikle izah edersen küskünlük hatta küçümsemeyle karışık bir kızgınlık duyarsın. “Halkımızın atalarıyla olan ünsiyeti cılızlaştı, mazimizle bağımız koptu, kendimize yabancı olduk… “ Ee? “İşte ondan böyle oldu.” 19. yüzyılda halkımız sanat müziği mi dinliyordu? Yaşadığı devirde Dede Efendi’yi kim bilirdi, tanırdı da şimdi bilsin, tanısın? Türk Sanat Müziği denen şey Avrupa Sanat Müziği’ne nispetle oldukça yüksek bağlamlı (high-context) bir kültürdür. Buradaki yüksek/düşük ibareleri bir üstünlük belirtmiyor. Yüksek bağlamlı kültürlerde insanlar birbirlerine daha yakındır ve aralarındaki iletişim daha sıkıdır. Sıkı olduğu için de dışarıdan birinin içeriye sızması güçtür. Halk dünyanın her yerinde, her zaman için sanat müziğine karşı kayıtsız kalmıştır. 18. yüzyılda yaşamış, İstanbul doğumlu bir Fransızın (Charles Fonton) kaleme aldığı minik denemede (Şark Musikisi Hakkında Deneme) çok çarpıcı bir girizgah vardır. Fonton Şark musikişinaslarının bilgileriyle ve musikileriyle övündüklerini fakat onu kıskançça saklayıp, kimseye öğretmediklerini söyler: “Bilgiyi paylaştıkça eksilen bir şey gibi görüyorlar. Oysa Avrupa’da paylaştıkça çoğalan bir şeydir bilgi”. Türk Sanat Müziği’nde nota kullanılmıyor oluşuna böyle bir izah getirmiş. Hatta der ki: “Şark müziğini notaya almak mümkün olsa bile bunu bir Avrupalının tanıyıp algılaması mümkün olmaz. Çünkü her notaya, her sese, Şark’ın özel çeşnisini katmak gerekir ki; bunu da ancak o musıkiye hakkıyla vâkıf olanlar yapabilir.” Notaya da alsan olmuyor yani. Belli ki musikişinasların tanınmak, bilinmek gibi bir gayret ve hevesleri olmadığı gibi bundan imtina eden bir halleri var. Günümüzden bakınca bu çekingenliği bir yere oturtmak, anlamak zor gerçekten de. Batılı akranlarıyla mukayese edince aradaki fark daha da belirginleşecek. Dede Efendi’nin akranlarından biri Beethoven. Adamın cenazesine 20bin kişi katılmış. Viyana nüfusunun %4’ü neredeyse. Mozart da öyledir Döneminin rock starıdır herif. Bütün Avrupa’da tanınır. Türk Sanat Müziği’nin en büyük, en parlak isimlerinden biri olan Tanburi Cemil Bey’in cenazesine ise 13 kişi katılmış!
İki kutup arasındaki üslup farkını görüyorsunuz değil mi? Avrupa Sanat Müziği ayakları yere basan, dünyevi bir müziktir. Kibirle karışık bir ihtişamı, debdebesi vardır. Dünyevidir çünkü müzik Avrupalı müzisyenler için sanat olduğu kadar hatta ondan da çok bir meslektir. Mahler, Chopin, Scarlatti, Mendelssohn, Purcell, Haydn vs. Bunların bir tane işi vardır o da müzik. Meslekleri müzisyenliktir yani. Bundan para kazanırlar. Osmanlı’da profesyonel müzisyenler azınlıktadır. Basmacı Abdi Efendi, Suyolcu Latif Ağa, Yağlıkçızade Ahmet Efendi, Ekmekçi Bağdasar Ağa, Şekerci Cemil Bey… Yani müzik müzisyenlerin mesleği değil uğraşıdır. Avrupa Sanat Müziği’nin ihtişamı kibirle karışıktır çünkü şekerciden, pazarcıdan müzisyen olamaz. Üstelik ümmi bir müzik de değildir bu. Okuryazarlığı şart koşar. Oysa Türk Sanat Müziği adeta bir manastır veya dergah gibi kapısını herkese açık tutar. Bunun sebebi hoşgörü, yüce gönüllülük falan değil tabii çünkü en az Avrupa Sanat Müziği kadar hatta ondan da girift kodlarla bezeli, güç anlaşılır bir dili vardır Türk Sanat Müziği’nin. Herkese iletilmek istenen bir mesaj bu dille yazılmaz. Yaptığı şey koca bir çuvaldan bir avuç pirinç ayıklamaktır. Avrupa’da ufak bir torbadan kucak dolusunu seçerler. Diğer torbalara bakmaya bile gerek duymazlar. Ve dünyevi bir müziktir Avrupa’nınki. Allah Allah, Osmanlı’nınki niye ruhani olsun? Çünkü analitik değildir. Müziği oluşturan perdelerin bile yerleri kesin olarak belli değildir. Yazıya aktarmak güçtür yani. Seni bir başka insana, aktarıcıya, fem-i muhsine mecbur kılar. Bu mistisizmin en uç noktası da kör müzisyenlerdir. Avrupa Sanat Müziği’nde hiç kör müzisyen/besteci var mı adını duyduğunuz? Kayda değer tek isim vardır: Helmut Walcha. Çok büyük bir müzisyendir. Orgun Pele’sidir. Birbirinden kazık yüzlerce eseri ezbere çalan, akıl almaz bir müzik canavarı. Bir eşi daha yoktur Batı’da. Buna karşın Türk Sanat Müziği’nde epey kör müzisyen vardır: Osman Dede Efendi, Mehmed Sadık Efendi, Kani Karaca, Kanuni Âmâ Nâzım Bey, Âmâ Hafız Hasan Efendi, Âmâ Kadri Efendi, Kemânî Âmâ Sebûh… Tesadüf olabilir mi? Olabilir. Türk Sanat Müziği gibi ümmi, karmaşık, içine girilmesi zor bir sanat müziği olan Japon (gagaku) ve Çin (yayue) sanat müziklerindeki kör müzisyen enflasyonunu nasıl izah edeceğiz? Her iki müzikte de kör müzisyenler adeta bir kast oluştururlar. Bunlara korkuyla ve hayranlıkla karışık bir saygı duyulur. Allah’ın ajanları yahut nebi gibi görülürler neredeyse. Gagaku’nun en büyük isimlerinden biri, belki de en büyüğü sayılan Yatsuhashi Kengyo kördür mesela (Kengyo isim değil, kör müzisyenleri onurlandırmak için kullanılan bir ünvandır). Kengyo Sawazumi, Yamada Kengyo… Ve Gagaku da notaya burun kıvıran, yazısız, ümmi bir müziktir. İlk kez 18. yüzyılda notaya alma denemeleri görülür. Ondan önce bizdeki meşke denk gelen densho vardır. Kaderi de pek çok açıdan bizim sanat müziğimize benzer. Tam bu noktada artık Dede Efendi’ye geçelim.
Hamamizade İsmail Dede Efendi 1778 İstanbul doğumludur. Kurban bayramının ilk günü doğmuş. Adını o yüzden İsmail koymuşlar (Biliyorsunuz Müslümanlar Hıristiyanların aksine İbrahim’in İshak’ı değil İsmail’i kurbanlık olarak seçtiğine inanır) I. Abdülhamid devri. Osmanlı’nın Batı’ya karşı her sahada mağlup olduğu ve bu mağlubiyeti de kabullenmeye başladığı yıllar. Bükülemeyen bileğe uzanan buseye Osmanlı siyasi bilimler terminolojisinde ıslahat denir. Batıya benzeme gayreti olarak özetlenebilecek ıslahatlar I. Abdülhamit ile başlamıştır diyebiliriz. Çoğunlukla askeri ve ekonomik ıslahatlardır bunlar. Kültür, sanat, eğitim alanında herhangi bir değişikliğe gidilmemiş. Zaten sultan tam bir Osmanlıdır. Miskin, sofu, melankolik, romantik bir tip. Musikişinas sayılmaz ama müziğe uzak da değildir. Haftada en az bir kez fasıl dinlediği biliniyor. Saray dışından hanendeleri de davet eder ve onlardan da türküler dinlermiş bazen. Alafranga müziğe alakası yoktur yani. Osmanlı sultanlarının ekseriyetinin müzikle ilişkisi aşağı yukarı böyledir. Tek istisna III. Osman ve halefi III. Mustafa devridir (1754-1774). Bu iki padişah müziğe karşı ilgisizdirler. Devirlerinde sarayda müzisyen bulundurmadıkları gibi misafir müzisyen de almamışlar. Hemen hemen hiç müzik dinlememişler yani. I. Abdülhamid’den sonra tahta III. Selim çıkar. 1789. Şüphesiz bu devir Türk Sanat Müziği’nin altın çağıdır ve bunun müsebbibi de sultandır. III. Selim hakikaten büyük bir müzisyendir. Hatta hiçbir ülkede, hiçbir hanedan böyle büyük bir müzisyen çıkarmamıştır. II. Joseph ve II. Frederik’i emsal gösterirler ama III. Selim’in rodiliğini yaparlar ancak. Mukayese edilmeleri bile abes olur. Rauf Yekta büyük eseri Esatiz-i Elhan’da III. Selim’in Itri ve Dede Efendi ayarında olmasa da Sadullah Ağa veya Dellalzade ayarında bir müzisyen olduğunu yazar. Selim tahta geçtiği sırada Dede Efendi 11 yaşında bir sıbyandır. Okul arkadaşlarından biri müzisyen Uncuzâde Mehmed Emin Efendi’nin oğludur. Uncuzade Mehmed, Dede Efendi’nin sesini pek beğenir. Müziğe de yatkın bulur ve ona hocalık etmeye başlar. Ney üflemeyi ve nazariyatı öğrenir. Yine Uncuzade’nin vekaleti ve inayetiyle delikanlılık çağında memuriyete girer. Defterdarlıkta katiplik eder bir yandan da Yenikapı Mevlevihane’sine gider gelir. Tekkeleri Allah’ın isminin zikredildiği niyaz evleri olarak düşünmeyin sadece. Aynı zamanda devrin konservatuarı ve edebiyat medresesidir buralar. Müzik öğrenilecek başka bir kurum, vakıf vesaire yoktur. Ha bir de Enderun vardır tabii ama buraya canı isteyen giremez. Tarikatlar 11. yüzyıldan beri Anadolu’nun sosyal, kültürel ve hatta siyasi hayatında çok önemli bir yer tutarlar. Osmanlı dönemindeki tarikatları ikiye ayırabiliriz. Birincisi vakıf gelirleriyle ekonomik olarak desteklenmiş; örf, adet, ayin ve törenleri her ayrıntısına kadar tanımlanmış; şehirlerde kök salan ve toplumun üst tabakasına hitap eden tarikatlardır. İkinciler ise Melami anlayışa sahip, gizlice örgütlenen, siyasi iktidarla pek iyi geçinemeyenlerdir. Babailer, Kalenderiler, Hurufiler vs. vs. Mevlevilik birinci gruba dahil oluyor tabii. Büyük şehirlerde güçlü olan bir tarikat. Taşrada ise Bektaşiliğin borusu ötüyor. Her iki tarikatın ayin ve törenlerinde iskeleti müzik oluşturur. Fakat Bektaşi ve Bayrami tekkelerinde taşra müziği, Mevlevi tekkelerinde sanat müziği filizlenmiştir (Japon müziğinde de bu ayrım çok keskindir; ga sanat müziğiyken, zoku taşra müziğini ifade eder). İktidarla hemen her zaman iyi geçinmiş olan Mevlevilik, çoğu zaman yönetici kadronun sempati beslediği bir tarikat olmuş, desteklenmiş. İşte Dede Efendi’nin ilk müzik okulu Yenikapı Mevlevihanesi’dir. Hocası da devrin büyük müzisyeni Ali Nutki Dede’dir. Daha sonra (20 yaşındayken) Ali Nutki Dede’ye intisap ederek çileye soyunur. Biliyorsunuz çile 1001 gün sürüyor fakat çile tam manasıyla bir inziva değildir. Pazara da gider, bulaşık da yıkar, ayakçılık da yapar. Bir odaya kapanıp kalma hali 18 gün falan olması lazım. Neyse İsmail çileye soyunduktan kısa zaman sonra babasını kaybeder. Babadan kalan hamamı falan satar. Artık tümüyle bellidir gideceği yol. Çilesinin ikinci yılında ilk bestelerinden birini yapar: Zülfündedir benim baht-ı siyâhım.
Her detayıyla çok klas bir şarkı (Güftesini yazan Keçecizade İzzet Molla da tanımaya değer, mülevven bir figürdür). Dede Efendi’nin şarkısı ‘hit’ olur. O kadar ki III. Selim Dede’yi saraya çağırır. Ali Nutki Dede’nin izniyle çilesini yarıda bırakıp saraya gider, sultanın huzurunda şarkısını icra eder. Bin bir sitayişle uğurlanır. Şarkıyı bu kadar meşhur yapan şey güftenin işleniş biçimidir. Kısa zaman sonra -1801’de- ikinci hitini besteler: Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni.
Zen Budistleri büyük bir sabırla taşları üst üste diziyorlar ya hani, bu şarkının gelişimi de öyle. Minik taşlardan inşa edilmiş bir dağ gibi. Nağme zengini, yürek yakan bir şey. III. Selim, Dede’yi tekrar çağırır huzuruna. Şarkıya vurulur. Dede’den sarayda haftada iki kez düzenlenen fasıllara hanende olarak katılmasını ister. Bir kese de altın verir. Nuri Şeyda’nın anlatımına göre Dede Efendi pederinden miras kalan parayı etrafını pervane gibi saran kase-lisan ve eclaf (kase yalayıcılar ve serseriler) ile çarçur etmiş. Para suyunu çekince hamamı da satmış. “Hamamsız da kaldıktan sonra artık kendisini toplayıp bir mesleğe sahip olması iktiza eder iken bilakis dalmış olduğu âlem-i zevk ü sefahatin terennümat-ı şevk-efzâsına bir kat daha germî vermiş, bu uğurda elindeki haneyi de satıp ihtiyar validesi, bir de dadısı ile Ayasofya civarında küçük bir kira hanesine iltica etmişti.” Beş parasız kalınca validesine karşı da mahcup olmuş, ne yapacağını bilemez hale gelmiş. İşte sultanın verdiği bir kese altını anneciğine götürüp, elinin ekmek tutmaya başladığını göstermiş.
Falan filan.
Büyük yazarımız İbnülemin Mahmut Kemal bu iddialara pek inanmıyor olacak ki “Nuri de böyle şeyleri nereden çıkarıyor, nasıl uyduruyor anlamıyorum” kabilinden şeyler yazmış. Nuri Şeyda'nın söylediklerinin doğru olma ihtimali zayıftır. Neyse, III. Selim Dede Efendi’ye musahiplik verir. Padişahın resmi arkadaşlarına musahip denir desem çok yanlış olmaz sanırım. Bundan daha büyük taltif yoktur. Bu arkadaşlığın her ikisini de beslediği bellidir. Dede Efendi sultana müzik konusunda ilham vermiştir ama kendisi de ondan çok şey öğrenmiştir şüphesiz. Musahip olarak kabul edilmesinin ardından sultan için suzinak makamında bir murabba bestelemiştir: Müştaki cemalin gece gündüz dili şeyda
Müştâk-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ
Etdi nigeh-i âtıfetin bendeni ihyâ
Mesrûr ede Hak zât-ı kerem-kârını dâim
Ed'iye-i hayrın dil-ü cânımda hüveydâ
Cemalinin özlemiyle gece gündüz divane gönlüm
Şefkatli bakışlarınla ben kulun ihya oldum
Hak her daim mutlu etsin cömert zatını
Can-ı gönlümde zahirdir hayır dualarım
1802 yılında 22 yaşındayken Nazlıfer Hanım ile evlenerek dergahtan ayrılır. Bundan böyle ayin günlerinde dergaha gelir gider sadece. 1804 yılında ilk ayini şerifini bestelemiştir. Şevk-u Tarab Mevlevi Ayini.
Günümüze böyle bir kaydının kalması çok büyük nimet. Ayinin ilk kez okunmasından bir ay sonra hocası ve manevi babası Ali Nutki Dede’yi kaybeder. Çok geçmeden ilk çocuğu Salih de ölür. Salih’in ölümüyle yüreği yanan Dede, Bayati makamında bir eser besteler: Bir Gonce Femin Yâresi Vardır Ciğerimde
Bir gonce femin yâresi vardır ciğerimde
Âteş dökülürse yeridir âhh serimde
Her lahza hayâli duruyor dîdelerimde
Takdire nedir çâre bu varmış kaderimde
Dönemin deyimiyle söyleyecek olursak, pek suzişli, hazin bir eserdir. Felaketler üst üste gelir. Sırasıyla annesini, ikinci oğlu Mustafa’yı, kızı Ayşe’yi ve musahibi III. Selim’i kaybeder. Padişahın ölümü de pek fecidir. 1807’de Kabakçı Mustafa isyanı patlak verir. Günümüz tabiriyle darbe olur. Sultan, otoritesini sarsacak kadar güçlenen askeriyeyi dizginlemek ister fakat asker ayaklanarak sultanı alaşağı eder, yerine de sultanın amcaoğlu olan sünepeyi, IV. Mustafa’yı geçirirler. Kendisine baba gibi davranan III. Selim’e karşı isyancılarla işbirliği yapan bu hain, tahttan olurum korkusuyla kardeşi II. Mahmut ve amcaoğlu III. Selim’i boğdurmaya çalışır. Selim ölür, Mahmut kurtulur. Tahta geçen II. Mahmut, öyle olmaz böyle olur diyerek kardeşi Mustafa’yı boğdurur.
Dede Efendi’de musikiyle iştigal edecek heves kalmamıştır. Saraydan uzaklaşır, dervişlik hayatına geri döner ve Ali Nutki Dede’nin yerine geçen Nasır Abdülbaki Dede’ye tabi olur. Bir süre sonra teselliyi yine müzikte arar. 1825 yılına kadar her pazartesi ve perşembe dergaha gelip gider; pek çok şarkı, murabba, ayin, ilahi besteler. 1825’te Yenikapı Mevlevihanesi’ni ziyaret eden II.Mahmud, burada Dede Efendi’nin bestelemiş olduğu Neva Mevlevi Ayini’ni dinler. Sonra da Dede’yi huzuruna çağırır ve “Seni kendime musahib tayin ettim” der. Dede pek mutlu olur ancak “başımdan sikkei Mevlanayı çıkarmamaklığıma müsaade buyurun” diye rica etse de kabul edilmez, başına sarıklı bir kavuk ve Enderun’a mahsus elbise giydirilerek saraya alınır. II. Mahmud’un müzik hocası III. Selim’dir. Nazariyatı da, tanburu ve neyi de ondan öğrenmiştir. Besteciliği III. Selim ile kıyaslanamazsa da musikiyi iyi bilirdi. Dede’nin saraya dönüşü saraydaki müzisyenlerce kıskançlıkla karşılanmış. Şakir Ağa ile Dede Efendi’nin padişahın huzurunda atışmaları meşhurdur. Sultanın “Şakir, Dede musikide bir canavardır; sen onunla güreşemezsin” dediği bilinir. Tuhaftır ama Dede Efendi “padişah beni benzetecek başka şey bulamadı mı” diye müteessir olmuş.
II. Mahmud amcaoğlu (III. Selim) ve babasının (I.Abdülhamid) başlattığı reform hareketlerini onlara kıyasla çok daha başarılı şekilde uygular. Onun reformlarının seleflerininkinden en önemli farkı, sosyal hayatı ve kültür sahasını da içermesidir. II. Mahmud'dan önceki reformlarda Batı’nın başarılı olduğu alanlarda (askeriye, ekonomi, hukuk vs.) Batı’ya benzeme gayreti vardır. II. Mahmud ise her konuda Batı’ya benzeme hevesindedir. Onların kılık kıyafetini, mutfak adetlerini, müziklerini, edebiyatını da taklit eder. Oysa daha önce bu tartışma konusu bile olamazdı. Batı’nın edebiyatı veya müziği nasıl Osmanlı’nınkinden daha iyi olabilir ki? Hayranlık uyandıran debdebe II. Mahmud ile birlikte mecruh düşmüştür. Dünyada emsali olmayan mehter kurumu lağvedilmiştir düşünsenize (1826). Bir sene sonra da Mızıka-ı Humayun kuruldu. Burada hem Batı müziği hem de Türk müziği eğitimi verilmesi planlandı. Donizetti Paşa ülkeye davet edildi ve 28 sene boyunca resmi konservatuarımızın müdürü olarak görev yaptı. Klasik fasıl topluluğunun içerisine mandolin, flüt falan sokuşturulur. Türk Müziği armonize edilmeye çalışılır vs. Maskara edilir, üvey evlat muamelesi görür yani. Kâr, ayin-i şerif, saz semaisi gibi büyük formlar yerini longa, sirto, fantezi, şarkı gibi küçük formlara bırakır. Dev cüsseli musiki kamburlaşır, ufalır, hazmı kolay hale gelir. Benzer şeyler Meiji Restorasyonu esnasında (1868) Gagaku’nun da başına gelir. Onların Donizetti Paşa’sı da Luther Whiting Mason’dır. Müzikleri armonize edilir, otantik sazların yerini Batılı sazlar alır vs. vs. Dede Efendi de ülkede esen yenilik rüzgarından nasiplenmiştir. Nasıl? Sultaniyegah makamını ortaya çıkarmıştır mesela. Bu makam, içerdiği perdeler ve seyir özellikleri itibariyle Batılı kulaklarca daha kolay anlaşılabilecek, armonize etmeye müsait bir makamdır. Sadece sultaniyegah değil, hicazbuselik, sababuselik, hisarbuselik, evicbuselik, neveser makamlarını da oluşturmuş ve daha önemlisi bu makamlarda takımlar yazmış. İki beste ve iki semaiden oluşan eserler topluluğu diyelim takıma. Bach’ın Das wohltemperierte Klavier’ine denk düşen bir niyet. Neyse uzatmayalım. Mahmud-ı Sâni’nin devri de 1839’da sona erer.
Abdülmecid tahta çıktığında Dede Efendi 61 yaşındadır. Abdülmecid babasının gözdesi, kıymetlisidir çünkü Mahmud tahta çıkıp kardeşi Mustafa’yı da boğdurunca geride tahta çıkabilecek kimse kalmadı. Doğan erkek çocuklar da iki-üç yaşlarına geldiğinde hastalık sebebiyle ölüyordu. Nihayet hamur tuttu ve cılız, solgun bir çocuk olan Abdülmecid hayatta kaldı. Haliyle babasının yakın alakasına mahzar oldu. Batılılaşmayı siyasetinin omurgası yapan bir babanın evladı olarak, Doğulu bir sultandan çok Batılı bir krala benzedi. Biliyorsunuz döneminde Tanzimat Fermanı ilan edildi. Sultan kendi iradesiyle bir takım haklarından feragat etti. Hukuk ilk kez din kurallarından uzaklaşmaya başladı. Yargısız infaz kati olarak yasaklandı. Zamanın ilginç hadiselerinden biri olan Kuleli Vakası’nın müsebbibleri bile yargılandı (ve haklarında verilen idam kararı uygulanmadı). Kulluk kavramı yerini vatandaşlığa bıraktı. Posta, telgraf vs. vs. Bunlardan daha önemlisi (bence) kızlarının eğitim alması, nispeten daha serbest bir hayat yaşamaları, fikirlerini beyan etmeleri; sultanın yabancı elçiliklerdeki balolara katılması, Fransızca konuşması, piyano çalması… İktidarın kişiliği toplumun kişiliğini şekillendirir. Bu böyle. Abdülmecid’in devrinde saray efradı ve ekabir takım arasında Batı müziği makbul müzik olarak görülmeye başlamış ve Klasik Türk Müziği köhne, sıkıcı bir müzik addedilmiş. Böylelikle sanat musikimiz daha da küçülmüş. Nikoğos Ağa’nın Ey şûh-i âfet’i, Şakir Ağa’nın Bakma Sakın Benden Yana’sı ve Dede Efendi’nin Gülnihal’i hazmı kolay, ufak şeylerdir. Nuri Şeyda gibi söyleyecek olursak bu şarkıların “nagamâtı öz malımız olduğu halde seyir ve tarzı bigânedir. Bir Türk güzelini alafranga giydirmek gibi”dir. O görkemden geriye mağrur bir hava kalsaydı bari. Yok. Mağlubiyetten başka bakiye yoktur. Abdülmecid saltanatında İstanbul’u ziyaret eden Hans Christian Andersen, Cuma selamlığı esnasında bandonun Rossini çaldığını yazmış. Düşünsenize, Osmanlı sultanı Cuma namazına gidiyor ve ona eşlik eden müzik Rossini! Çırağan Sarayı’nda Lizst konseri düzenleniyor; Verdi’nin, Rossini’nin operaları sahneleniyor, haremdeki kadınlar piyano yahut ‘teneke üflemeliler’ çalıyor falan filan… Artık “Dede Efendi şöyle bir ferahfeza ayin bestelesen de dinlesek” diyen II. Mahmud, veya onunla meşk eden III. Selim yoktur. Rivayet o ki talebesi Dellalzade’ye “bu işin tadı kaçtı” demiş de Hacca gitmeye karar vermiş. Orada da 67 yaşında vefat etmiş. 1845.
Dede Efendi hiç şüphe yok ki Türk Sanat Müziği’nin gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri, belki de ilkiydi. Yetmişin üzerinde makamda ve hemen her formda beş yüz küsur kalıcı eser vermiştir. Bestelediği yedi ayin-i şerifin yedisi de hakikaten şaheserdir. Bunları Barok dönemin pasyonlarına benzetebiliriz. Pasyon aslında ayin-i şerif gibi özgün bir form değildir. Büyükçe bir motet veya sahnesiz bir oratoryoyu andırır. Handel, Telemann veya J.S.Bach’ın pasyonlarını dinlerseniz o heybeti tanırsınız. Ayin-i şerifler de işte böyle büyük ölçekli, heybetli işlerdir. Seleflerine nispetle epey üretken bir ayin bestecisi sayılır Dede Efendi. En meşhur ayini Ferahfeza Mevlevi Ayini’dir ancak Sababuselik Ayini’ndeki ifade zenginliği, üslubundaki debdebe hayranlık uyandırıcıdır. Şu görkemli müziğin sonradan böyle ufacık kalması insanı hayrete düşürüyor.
Din dışı formların en büyük çaplısı olan kâr formunda da eserler vermiştir. Yani bir yineleyici, pekiştiricidir Dede Efendi. Başka yazılarda da sık sık yazdım, yineleyiciler kendinden sonrakileri yenileyici olmaya mecbur ederler. Bunu Avrupa Sanat Müziği’nde açık seçik izleyebilirsin. Dede Efendi’yi sıra dışı bir figür yapan şey, onun aynı zamanda bir yenileyici olmasıdır. Yeni makamlar vücuda getirmek, usuller icat etmek gibi şeylerle uğraşmış. Tüm bunların yanında hocalığıyla da büyüktür. Dellalzade Hacı İsmail, Enderuni Haşim Bey, Zekai Dede Efendi gibi hüner-mendân da onun tedrisatından geçmişlerdir.
Adettendir, müzik yazarları bir tezkire yazdıklarında “hatime” ile bitirirler ve burada favori eserlerini sayarlar. Ben de öyle yapayım;
Ben Seni Sevdim Seveli Kaynayıp Coştum (Bestenigar şarkı)
Beni kınayan çok olacak biliyorum ama ben bu şarkıyı Kamuran Akkor’dan dinlemeye bayılıyorum. 18. yüzyıl arabeski.
Bî Vefâ Bir Çeşm- î Bî Dâd (Gülizar şarkı)
Dede Efendi’nin ‘hafif’ şarkılarındandır. Sadettin Kaynak’ın bestelediği Hüseyni türküleri andırıyor. Alaycı, cilveli, nefis bir şarkı. “Cihar attım şeş oynadım, yine felek yendi beni”.
Söylen ol yare benim çeşmimi pür-ab etmesin (Tahirbuselik Ağır Semai)
Nedense unutulmuş eserlerinden birisidir Dede’nin. Ağırbaşlı, çok sanatlı ve ruh okşayıcı bir müziktir. Güftesi de nefistir:
Söylen ol yare benim çeşmimi pür-ab etmesin
Sile verup alemi eşkimle alem-i gark-ı ab etmesin
Aşıkın cevr’ile bitab eyler imiş ol peri
Cevri bihad etsin amma böyle bitab etmesin
Söyleyin o yare beni ağlatmasın
Gözümün yaşı ile silip, alemi suya batırmasın
Aşığını cevriyle bitap edermiş o peri
Böyle bitap etmesin de varsın cevrinin hududu olmasın
Gitti de Gelmeyiverdi (Uşşak Şarkı)
Dede Efendi’nin en meşhur şarkılarından biridir. Bu şarkıyı Hamiyet Yüceses’ten dinleyeceksiniz. Yürek yakan bir icra. Eşi, deniz astsubayı Fethi Yüceses’i, Atılay denizaltısının batmasıyla kaybetmiştir. Şarkıyı da bu felaketten sonra söylediği rivayet edilir.
Ayağı Tozunu Sürme Çekelden Gözüme Canım (Suzidil Durak)
Münir Nurettin söylüyor. Tekke müziğinin unutulmuş formlarından biridir durak. “Durak da böyle yapılır işte” demek için bestelenmiştir sanki.
Hava güzel yine gülşende gösteriş günüdür (Hisar Yürük Semai)
Dede Efendi’nin uysal ve dokunaklı eserlerinden biri.
Bu kadar yetsin.
Bye.
Abla n'aptın; nasıl başlayacağız, nereden gireceğiz biz 'bu' müziğe? Dinliyorum dinliyorum, ne motif yakalayabiliyorum ne biçim tayin edebiliyorum. Türk Cazı için yaptığın gibi bir müfredat çizebilir misin vaktin olduğunda?
Eline saglik,
Fatmagule selam