Müzik nedir?
Bu sorunun cevabı bin yıllar içerisinde değişikliklere uğramıştır. Cevabın üzerinde düşünmek için şu soruyu soralım: Müzik ne işe yarar? Bu soru çoğu antropologun veya biyologun aklını kurcalamıştır, kurcalamaya da devam edecektir. William Paley diye bir filozof var. 18. yüzyıl İngiltere'sinde yaşamıştır. Saat ustası analojisini duymuşsunuzdur. Bu adama aittir. Dawkins kitabında bu adamla alay eder falan. Aferin Dawkins'e. Paley "kuşlar niçin şarkı söyler" muammasını kendince şöyle cevaplamıştır: "Kuşlar şarkılarını kendileri için söylemezler. Güzelliğin mucizeleriyle insanları tanrı'ya yöneltmektir amaçları". Günümüzde bu argüman şöyle özetlenebilir: "Allah da onları öyle yaratmış". Bunda küçümsenecek bir taraf yok çünkü o yılların dünyası böyleydi. İnsanın kendini evrenin merkezi olarak gördüğü güzel zamanlar. Bu güzel zamanların çok daha öncesine ait yazılı kaynak yok ne yazık ki. 50-60 bin yıl öncesini falan düşünün. İsmini divje babe koydukları bir çalgı var. İptidai bir flüt. Tahmini yaşı 60bin. O zamanın filozofları ne düşünüyordur sizce kuşların müzikleri hakkında? Bunu bilmiyoruz tabii ama bence kuşların seslerini kendi seslerinden ayırmakta zorlanıyorlardır. Şunu demek istiyorum; kuşları, ağaçları, rüzgarı ve kendi bedenlerini hatta yaratıcıyı bile tek bir parça olarak görüyorlardı bence. Bir çeşit panteizm. İnsan bebeklikte de böyledir. Dış dünya ile bağlantısı anne üzerindendir ve anneyi de kendi uzvu gibi görür. Ben merkezcilikten başka bir şey bu. İyi ifade edebildim mi bilemiyorum. Burada bir merkez yok. Her şey bütün ve tek. insan yavrusu 5 yaşlarına geldiğinde ayırabiliyor bütün ile parçayı. Jean Piaget'in üç dağ deneyi'ni falan okuyunuz. Orada anlatıyor bunları. İşte bu Paley'in yaşadığı zamanlar insanlığın erken çocukluk dönemi falan olmalı. Divje babe flütünün çalındığı zamanlara da insanlığın bebekliği diyelim. İnsanlık biraz daha büyüdüğünde kendini evrenin merkezi olarak görmez oldu. Darwin, Gilbert White vs. insanlığın bu zamanlarında yaşamıştı. Onlara göre kuşların şarkıları karşı cinsi etkilemeye yarayan bir tuzak veya rakiplerini uzak tutmaya yarayan bir silah olabilirdi. Al bunu insanlara uyarla: insan da karşı cinsi etkilemek için, başkalarının hayranlığını kazanmak için müzik yapıyor. "Müziğin işlevi nedir?" sorusuna verilebilecek ilk cevap bu olsun;
1) Başkalarının beğenisini, takdirini, sevgisini hatta hayranlığını kazanmak. Müzisyenin kişisel doyumu. Buna dinleyici tarafından da bakmak gerek. Başkalarını takdir etmek, beğenmek, sevmek hatta tapınmak da bir doyumdur. Dinleyici tarafından bakan olmamış pek.
Darwin sonrasında dünyayı anlama çabası yeni bir bakış açısı kazanmış. Adaptationist approach deniyor. Türkçe karşılık bulamadım, uyduramadım da. Müziğin işlevi nedir sorusuna bu cihetten de bakılabilir, bakılmış da. "Müziğin getirisi, onu icra etme, öğrenme maliyetini aşıyor olmalı ki müzik halen var" diye düşünmüşler. Son derece ilginç. Bir sazı çalabilmek için vermeniz gereken emeği ve o emeğin maliyetini düşünsenize. Az şey değil. Karşılığında ne alıyoruz de bu maliyeti karşılıyor? O halde müzik ya bir biyolojik adaptasyon olmalı (bu işi kıvıranlar yani adaptasyon yeteneği daha fazla olanlar diğerlerinden bir adım önde olmalı o zaman) öyle değilse de diğer evrimsel yahut kültürel gelişimlerin/değişimlerin/adaptasyonların yan ürünü olmalı. Yani her iki ihtimalde de müzik, son derece karmaşık bir adaptasyonun mahsulü olarak görülür. Böylesi karmaşık adaptasyonlar dar zamanlarda ortaya çıkmıyorlar. Nesiller geçmeli. Bu da ancak doğal seçilimle, cinsel seçilimle olur buyurmuşlar. Böylesi kompleks bir adaptasyonun işlevi ne öyleyse? Bu nokta-i nazardan bakınca müzik bir sinyal olarak görülür. Her sinyal de vericinin menfaatine olmalıdır. Verici, menfaatine olmayan bir sinyali ne diye üretsin? Orkideler erkek arıları kendilerine çekmek için dişi arılarınkine benzer bir koku salgılıyorlar. Darwin yazmış bunu. Fertilisation of Orchids [Ay İnanmıyorum Necdet'ten müzik yazısı okuyor gibisiniz biliyorum. Bu faslın bitmesine az kaldı] İşte bu bir sinyaldir. Orkide bu sinyali kendi menfaati için gönderiyor. Fakat doğada sinyaller ekseriyetle türler arasıdır. Tür içi sinyaller (conspecific signal) çok daha karmaşık yapıdadırlar ve makbul görüşe göre conspecific signal oldukça nadir bir durumdur. Nadir olan şey iki kakadu papağanının veya iki varanın iletişim kurmasıdır aslında. Bunlar arasında bir iletişim varsa bu muhakkak flörttür. Flört sinyalleri de türler arası sinyaller ile kıyaslandığında fevkalade karmaşık sinyallerdir. Kimilerince bir iletişim aracı olarak görülen müzik, dile nispetle çok daha soyut, karmaşık bir sinyaller külliyatıdır. "Müziğin işlevi nedir?" sorusuna bir cevap daha bulmuş olduk:
2) Karşı cinsi cezbetmek
Bulduğumuz ikinci cevap, insanlığın olgunluk döneminde bulduğu cevap olmalı. Kendisini doğadaki diğer canlılarla bir tutmuş, temelde onlardan farksız olduğunu kabul etmiş bir insanın cevabı bu. Hayat "üremek, soyun devamlılığı" ve "canlı kalabilmek"ten ibaret. Katlanılmaz bir düşünce. Doğru veya değil, önemi yok. Vardığı bu nahoş sonucu düşünmemek için insan kendine başka umar kapıları arar. Bulur da. Buna dissosiyasyon diyeceğim. Muteber bir antropolog ve etnomüzikolog olan Alan P. Merriam bu konuya çok kafa yormuştur. Onun "müziğin işlevi nedir?" sorusuna bulduğu cevapları üç başlıkta topluyorum;
• müzik zevklidir
• müzik dissosiyasyonu sağlar
• müzik bir iletişimdir, dildir, sosyalleşme aracıdır vs.
İlk ikisini konuşmuş olduk. Üçüncüsünü konuşup yazıyı bitireceğim. Beni bu yazıyı yazmaya sevk eden şey de zaten müziğin sosyalleşme aracı olduğu savı idi. "Müzik bir dildir". Eyvallah. Buna itiraz edecek kimse çıkmaz zaten. Peki dil ne işe yarıyor? Dil ilk başta ihtiyaçların beyanıdır. Şüphesiz. Peki bu kadar mı? Hayır. Aynı dil edebiyatı doğurdu. Edebiyatı veya müziği duyguların ifadesi olarak görmek pek çok şeyi ıskalamak anlamına gelir. Aynı şekilde konuşmayı, dille iletişim kurmayı da sadece bilgi alışverişi olarak görmemek gerek. Bu bir tımardır aynı zamanda. İzah edeyim. Diyelim ki her sabah aynı yolu yürüyüp işinize varırsınız ve her sabah falanca ahbabınıza bu rota üzerinde rastlarsınız. Günlük rutininiz de şu olsun:
"Naber şekerim?"
-İyilik, n'olsun. Senden ne haber?
"Benden de iyilik, aynı işte"
-İyi madem, kolay gelsin
"Sana da kolay gelsin. Selam söyle evdekilere"
-Baş üstüne, sen de selam söyle
12 kelimeden 3 cümle sen söyledin; 12 kelimeden 3 cümle o söyledi. Bir zaman geldi sen tatile çıktın 10 gün. Tatilin ertesi yine ahbaba rastladın yolda ve tıpatıp üstteki konuşmaları yaptın diyelim. Oldu mu? Olmadı. 10 gündür görüşmemiş, konuşmamışsınız. Birbirinize hiç değilse 3x10 cümle borcunuz var. Konuşmak bazen sadece ses çıkarmak, karşı tarafı sesle tımar etmek ve karşı taraftan da aynını beklemektir. Dil bazen bir tımar aracıdır. Gelelim müziğe, o da bir dil ya. Müzik, öğrenmesi çok daha güç, soyut ve sembolik bir dildir. Daha kolayı varken insan bazen böyle girift, gizli bir dil yaratır. Nüshu diye bir dil var mesela. 13.yüzyıl Çin'inde sadece kadınların kullandığı gizli bir dil/alfabe. Toplumun dışında kalanlar böyle gizli diller yaratmaya daha teşnedirler zaten. Hırsızların, denizcilerin falan da böyle dilleri vardır. Bu gizli dil sayesinde cemiyetin üyeleri birbirlerine daha sıkı bağlarla bağlanırlar. Müzik de böyle bir dildir işte. İki müzisyenin oturup beraber bir şeyler çalması kadar insanı doyuran pek az şey vardır bence. Bazen yeni tanıştığın bir müzisyenle çalarsın. Doğaçlama bir şeyler çalarsın hatta. Bu sohbetler genelde tutuk başlar, taraflar birbirlerini tanıdıkça muhabbet serpilir, gelişir. Bunun nasıl hissettirdiğini biliyorsunuz değil mi? Tarifi zor ama müthiş bir duygudur bu. Fakat artık nostaljik bir duyguya dönüştü. Eskiden "çalarak" sosyalleşiyorduk şimdi "dinleyerek". Kayıt imkanlarının ve streaming'in bu denli kolaylaştığı günümüzde müzisyenliğin demode hale gelmesini şaşırtıcı buluyorum. 1980'lerin istatistiklerinde nüfusun %20'si çat-pat bir şeyler çalıyor. 2000'lerde %15 gibi bir rakam çıkıyor. Bakın şurada 2012 Amerika'sına ait bir istatistik var ; %11-12.
2015 İngiltere'sinde rakam %8-9. Çocuk yaşta herkes bir ucundan tutuyor ama sonra evde dekora dönüşüyor sazlar. Öyle görünüyor. Öyle zannediyorum ki çalmaya olan ilgi gitgide azalacak. Günümüz insanı için öğrenmesi zahmetli bir dil müzik. Kendini bu yolla ifade etmek isteyenler yahut bu yolla kur yapmak isteyenler bundan böyle yapay zekalardan, Cubase'den, Ableton plugin'lerinden medet umacaklar. Bundan sonra gerdeğe el sikiyle (teknolojik siklerle, i-dick mesela) girecekler. Durum şimdiden böyle aslında. Müzik hâlâ bir sosyalleşme aracı ve muhtemelen öyle olmaya da devam edecek fakat bu yeni cemiyetin bağları o kadar gevşek ve sınırları o kadar flu ki, bize eskiden yalnız olmadığımızı muştulayan müzik şimdi ne kadar kalabalık olduğumuzu söylüyor. Müzik mekanından kopalı yarım asırdan fazla oldu. Bir devrim hatta bir terakki gibi görüldü bu. Oysa müziğin bağlamlarından biriydi mekan. Mekan için müzik yapılırdı. Şimdi hoparlör ve kulaklık için yapılıyor. Artık bir başımıza çalıyoruz, bir başımıza da dinliyoruz ama çok kalabalığız.
Müzik nedir peki? Bir türlü çıkarmadım ağzımdaki baklayı. X nedir sorusuna cevap arayan yazıların bu kısmında meşhur sözlüklerin bu soruya verdiği yanıtlardan bahis açılır. Ben öyle yapıp işin tadını kaçırmayacağım çünkü sözlük tanımları gerçekten çok yavan. Onun yerine müzikten ne anladığımı yazayım. "Organize edilmiş seslere" müzik denir (Varese'nin tanımıdır bu). Bu kadar.
"Sessizlik müziğe dahil değil midir?"
Pekala dahildir. Bu argüman, tercih ettiğim tanımın eksik yerini göstermiyor, beni tanımımı öğelerine ayırıp izah etmeye sevk ediyor. Ses nedir? Sessizlik nedir? gibi.. Ses "kulağın duyduğu her şey"dir. Kulağın duymadığı sesler de var, biliyorum ama bu müziğin değil fiziğin falan alanı. Sessizlik dediğin şey de "daha az duyduğun her şey"dir. Bu da bu kadar. Mutlak bir sessizlik müzikte mümkün değil. Teorikte mümkün ama pratikte mümkün değil. Organize edilmiş, düzenlenmiş seslerin en küçük birimine tema diyelim. Türkçe'de ne dendiğini bilmiyorum. Önemi de yok aslında. Uluslararası jargonda ne dendiği daha önemli. Subject denir; bir ezginin anlamlı en küçük parçası. İnsanlar müzik yapmaya ne zaman başladılar bilmiyorum. İlk çabalarının ürünü neydi acaba? Müziğin arkeolojisi ne yazık ki çok kıt kaynaklara sahip. "Bilinen en eski şarkı" diye arada bir internet haberleri çıkıyor. Sümerce ilahi, Hurrice ninni bilmem ne. Wikipedia'ya göre bilinen en eski şarkı 6 numaralı Hurrice şarkıymış. Oliver Gurney diye bir adam var, Asurolog. Onun başının altından çıkıyor bunlar. Bu adam kitabelerde yazan yazılardan, çizilen resimlerden Hurrilerin çaldığı arpın nasıl bir şey olduğunu, akort düzenini falan tahmin ediyor. Ondan sonra gelenlerin de katkıları var ama tabii bunlar tahmin düzeyinde. Adamın biri seslendirmiş bu şarkıyı. Çok güzel bir uğraş, tebrik etmek gerek fakat traştır bu. Zaten Hurrice, Sümerce falan hakkında yazılan şeylerin çoğu böyle biliyorsunuz. Ezici çoğunluğu tahminden öteye gitmiyor. Yani bilmiyoruz o zamanlar insanların nasıl bir müzik yaptığını kısaca. Dinazorlar nasıl ses çıkarırlardı, 1500'lü yıllardaki İstanbul'un gürültüsü neye benzerdi, 1400 civarında Londra aksanı nasıldı falan filan... Bunları ne yazık ki bilmiyoruz. Keşke duyabilseydik. Fakat elimizde insanlığın minik bir numunesi var; bebekler. İlk bestelerini nasıl yapıyorlar? İlk subject tasarımları neler? Çevresel koşulların etkisi göz ardı edilemez tabii. Kamboçya'da büyüyen bebekle Uruguay'da büyüyen bebeğin bulacağı temalar muhtemelen birbirlerine çok benzemeyecektir. Aslında bu dediklerim 20-30 sene öncesine kadar geçerli. Artık Kamboçya'daki bebekler de "baby shark"la büyüyor olabilirler. Bilmiyorum. Neyse, bebekler üzerinde yapılan az sayıdaki çalışmaya bakılacak olursa, ilk denedikleri şey glissando oluyor. 12 - 18 ay aralarında keşfediyorlar bunu ve glissando'dan oluşan sesler çıkarıyorlar. Bunlara subject demek zor. 18. ayı geçtikten sonra yavaş yavaş notaları birbirlerinden ayırmaya başlıyorlar. Ayırmak derken ikiye bölmeyi kast ediyorum. Diyelim ki do'dan la'ya glissando yapıyor olsunlar, bu kez ayrı ayrı do ve la seslerini veriyorlar. 2 yaşına kadar ritmi taklit etmeyi beceremiyorlar. Çok basit melodilerin konturlarını ezberliyorlar ama ritmik vurguları veremiyorlar.
Bu bir Kırgız halk ezgisidir. 4-5 notadan oluşan, ritmik yapısı flu, melodik konturları görece belirgin bir ezgi. "Glissando" da kullanılıyor. 2 yaşındaki bebeklerin bulduğu "subject"ler işte buna benzer şeyler. Tabii ki çok daha basit ama teknik olarak buna benzer şeyler. Halk müziğinin en ilkel, iptidai ve ham hali genelde böyle ezgilerden oluşur. Bunlar çoğu zaman kayıt altına alınmamışlardır. Kayıt derken notayı kastediyorum. Derleme gezilerimizde böylesi ezgilerin kaydı tutulmamıştır. Ninni mesela. Halk müziği formlarından biri değil mi ninni? Kaç tane ninni vardır sizce Türk Halk Müziği repertuarında? 4 tane bulabildim ben. Mümkün mü bu? Yani koca ülkenin halk müziğinde sadece 4 ninni olması normal mi? Değil. Demek ki kaydedilmemişler. Zaten günümüze de pek ulaşmadılar. "Yağmur yağıyor seller akıyor"... Bu ezgiyi hangi kategoriye koyacağız? Halk müziği değil mi bu? Apaçık öyle. Veya "yağ satarım bal satarım" vs. 1940 tarihli hatıratlarda okudum ben bu tekerlemeleri. Demek en az 100 senelik mazisi var bunların. Bu ezgilerde dikkat ettiyseniz glissando falan yok. Üç notadan (bilemedin dört olsun) oluşan, ritmik yapısı son derece belirgin ezgiler. İşte bu ezgiler çocuğun 3 yaşından sonra üretebileceği ezgiler. Burada bir "tema" veya "subject" var. Hatta bir de "answer" var. Uluslararası jargonda answer denir, o yüzden İngilizce yazıyorum. Subject'e verilen cevaptır. "Yağ satarım" subject (s) ise "ustam ölmüş" kısmı answer'dır (a). Dört ölçülük bu mini kompozisyon s+s+a+s şeklinde oluşuyor. Kompozisyon soru ve cevapla inşa ediliyor. Sonra? Sonra mesela daha karışık ezgiler inşa ediyor insanoğlu. İki çekirdekli kompozisyonlar yapıyor. "Deniz üstü köpürür" falan. Sonra? 3 çekirdekli, 4 çekirdekli vesaire vesaire... Kimisi de çok başka bir yerde ısrar ediyor; bozlak mesela. Parlando, konuşur gibi şarkı söylemek. Ritmsiz ezgiler bunlar değil mi? Fakat bebeklikteki gibi basit ezgiler değiller. Taklidi çok güç. Çekirdek yok, subject yok. Daha doğrusu soru-cevap yok. Kompartmanlardan oluşmayan, yekpare bir kütle var. Fakat tekrar edilebilir bir şey. Muharrem Ertaş bir bozlak besteledi ve seslendirdi diyelim. Sonra bir kez daha çalabilir onu ama muhakkak ufak tefek farklılıklarla çalar. Tümüyle bir doğaçlama değildir yani uzun hava veya bozlak. Kavraması güç olsa da bir çerçevesi vardır. Bu paragraf burada kalsın.
Klasik Batı Müziği ya da başka deyişle Avrupa Sanat Müziği uzun yıllar dünyadaki sanat müziğini domine etti. Bunu biliyorsunuz zaten. Bunun türlü türlü sebepleri olabilir. Siyasi güç olmaları bu sebeplerden biri. O bizim konumuz değil. Diğer sebep ise bu müziğin "yazılı" olması. Dolayısıyla bu yazılı müzik bir müktesebat oluşturmuş. Bu dünyanın geri kalanında rastlanılan bir şey değil. Tek tük müziği yazıya dökme çabaları olsa da hiçbiri Avrupa'daki kadar sistemli ve kalıcı olmamıştır. Bu müzik yani klasik batı müziği tümüyle tema üzerine kuruludur. Son 100 senesini dışarıda tutarsak tüm kompozisyonlar "subject", "answer", "development" vs. olarak parçalarına ayrılabilirler. Ee ne var bunda? Halk müziğini de ayırırsın parçalara. Evet. Aradaki farkı şöyle düşünün; bir kulübe yahut köy evinin yıkıntısı insanda hayranlık uyandırmaz. Olsa olsa o viran halinde hüzün bulursun falan filan. O kulübeyi yahut köy evini bayındır haliyle görmek daha zevklidir. Bir de saray, tapınak yıkıntısı düşünün. Japonya'daki "Altın Tapınak" yangını meşhurdur. Mishima'nın bir romanı vardı hattı bu olaydan esinlenen. Yangından sonraki hali bile bir şaheserdir.
Hatta öyle ki bazı dev yıkıntılar insanda hayranlık uyandırır. El Hamra Sarayı'nın yerle bir olduğunu düşünün. En az şimdiki hali kadar hatta şimdikinden bile vurucu bir görüntüsü olmaz mıydı? Neyse bu kadar laf şunun için, "profesyonel" halk müziği derme çatma nüvelerden oluşmuş bir yapıdır. Köy evi gibi, kulübe gibi. Bazen de çok karmaşık, "subject"'i bile seçmek zor. Postacı Cheval'in Le Palais Ideal'i gibi.
Bu bir halk sanatıdır ama son derece karmaşık, çetrefilli bir şaheserdir. Sanat müziği ise bir veya birden çok nüvenin, temanın, subject'in semirtilmesi, bezenmesi, çeşitlendirilmesiyle oluşturulmuş bir büyük yapıdır. Kulübe statiktir ama saray dinamiktir. Şunu demek istiyorum; kulübe yıkılsa da, ayakta kalsa da doğanın içinde kendiliğinden yeşermiş gibidir. Kendi halindedir. Teslim olmuş, akıntıda bir şeydir. Saray ise tastamam olma çabasıyla inşa edilmiştir. Kararlılığı muhafaza etmeye meyillidir. Bu tastamam halini koruduğu müddetçe saraydır. Kulübe teslim olmuşken saray direnmektedir. Bu yüzden sarayı yıkmak, onu parçalarına ayırmak insana tuhaf bir haz verir. O tekinsiz kararlılık hali bozulmuş, darmadağın olmuştur artık. 21. yüzyıldaki sanat müziğinin özeti işte budur. "Sanat ayna değil çekiçtir" falan... Henry Cow, Alfred Schnittke, Zappa vesaire yıkıcı isimlerdir. Bunu burun kıvırmak olarak görmeyin. Korsakof ile Schnittke'yi kıyaslayın işte. Biri "mimar"dır öteki "muharrib"tir. Korsakof mala ise Schnittke balyozdur. Ve balyoz bazen maladan daha fazla heyecan verir.