5000 küsur yıl evvel Mısır’da filizlenmiş olan ve kültür tarihinin şüphesiz en önemli terakkisi olan tek adam rejimi, zaman içerisinde dallandı, budaklandı ve devlet denen aygıtı meydana getirdi. Tepesindeki adamın tardedilmesi ise pek yenidir: 1815. Napolyon Savaşları ve 1812 Savaşı nihayete ermiş, İsviçre’de restorasyon dönemi başlamış, Hollanda iki meclisli parlamenter sisteme geçmiş, Avusturya-Prusya ve Rusya monarkları arasında ittifak kurulmuş, Lüksemburg’a bağımsızlık verilirken Norveç İsveç’e; Belçika da Hollanda’ya zorla verilmiş… Viyana Kongresi (1815) insanlık tarihinin dönüm noktalarından biridir. Niye? 1815-1914; neredeyse bir asır boyunca Batı’da hiç savaş olmamış. Menendi duyulmuş şey mi bu? Kutsal İttifak ve Kilise bu kongreyle birlikte tahtından indiler ve yerlerini Avrupa Konseyi’ne bıraktılar. O zamanlar bu isimde bir yapı yoktu fakat Concert of Europe isimli farazi bir çatı altında birleşiyordu devletler. Bu farazi çatının kilise, derebeyleri yahut monarklar gibi her yana uzanan kolları yoktu. Gevşek bir yapıdır yani kurulan. Baskı uygulayacak gücü olmamasına rağmen nasıl oldu da 100 sene boyunca dağılmadı peki? Cevabı herkes tahmin edebiliyor değil mi: Denge. Dengeyi iyi kurmuşlar. Bu kısmı mâlumun ilâmı. Bunca kral, bunca devlet adamı gelmiş geçmiş, hiç mi birinin aklına gelmemiş peki denge kurmak? Ya da akıllarına gelmiş de becerememiş mi onca adam? Olacak iş değil. E peki 19. yüzyıldan evvelki dünyada ne eksikmiş de bu denge kurulamamış bir türlü? Uluslararası piyasa. Daha evvelinde böyle bir şey yoktu. Para veya ticaret pek çok zaman savaşın sebebidir belki ama barışın da teminatıdır. 1815-1914 arası hiçbir uluslararası savaş olmamasının sebebi de budur. Barış büyük devletler için pek hoştur ancak aynını küçük devletler için söylemek güç. Viyana Kongresi küçük devletleri büyük devletlerle uyumlu davranmaya zorlar. Amaç ortak çıkarı korumaktır. Ortak çıkar da barıştır. Barışı varılması gereken bir hedef ya da muhafaza edilmesi gereken bir değer olarak görmek insanlık için çok yenidir. İlk kez 18. yüzyılda dillendirilmiştir. Rousseau bu fikri savunanların belki de ilkidir. François d'Ivernois onu “barışı özgürlüğe tercih ettiği” için suçlar. Barışı özgürlüğe tercih etmek! Ortak çıkarı korumak için küçük devlet halklarından beklenen işte budur. Barış için özgürlüklerinden feragat etmek. Peki bu uluslararası piyasa veya piyasa ne menem bir şey de, konusu müzisyen olan bir makalenin belkemiğini oluşturuyor?
Adam Smith’ten önceki dünyadan bahsedelim biraz. Geçimin ezici çoğunluğu topraktan sağlanırdı. Ondan sonraki başlıca geçim kaynağı da zanaatti. Kimdir zanaatkar? Bezzaz, çıracı, terzi, duvar ustası, marangoz, kunduracı… Ticaret ise oldukça mütevazi bir yer işgal eder. Demek oluyor ki eski dünyada insanlar rızıklarını elleriyle, bedenleriyle kazanıyorlardı. Bunun dışında kalan tüccarlar ve memurların sayısı pek azdı. Müzisyenler ise biliyorsunuz ki dünyanın her yerinde devletin ya da soyluların emrinde çalışırlar. Bunun dışında kalanlar da -evvelki yazılarda da anlattığım gibi- toplumdan dışlanan veya azınlığa mensup kimselerdi. Dolayısıyla diğer meslek grupları gibi bir lonca falan oluşturamazlar. Fakat her iki halde de geçimlerini el emeğiyle kazanırlar. Dolayısıyla tüccardan çok çiftçi veya zanaatkara yakındırlar. Piyasanın oyuncularını tanımış olduk böylelikle. Şimdi biraz da piyasadan bahsedelim. Çiftçi artan ürününü pazara götürür, satabilirse satar ve kazandığı parayla ihtiyaçlarını giderir. Ne bileyim celepten et alır mesela. Hayvanı yoksa eti nereden bulsun yoksa. Ya da halı alır, kundura alır falan filan. Bazen de takas ederler. Adam Smith insanın takasa, değiş tokuşa meyilli olduğunu yazar. “Bu, insanın doğasında vardır” der. Para da bu işlemi hızlandırmak için kullanılan bir araçtır ona göre. Adam Smith yanılıyor; insanın doğasında olan şey takasa yatkınlık değil mütekabiliyettir (Karl Polany buna “the principle of reciprocity” der). Tüccar ise gider bir marangoza beş tane masa siparişi verir mesela ve sonra üzerlerine kar koyar, onları alıcıyla buluşturur. Dikkat ettiyseniz piyasada maaşlı çalışan yok. Piyasanın binde bir bile etmeyen memurlardır ancak maaşla çalışanlar. Yani kimse bir kunduracıyı işe alıp haftalığına şu kadar para ödemez. Yani satılan şey “mal”ın kendisidir. Emek zamana ya da başka bir ölçüye endekslenmemiş, birimlere ayrılmamış, fiyatlandırılmamıştır. Emek ve insan iki ayrı şey değildir o yıllarda. Fakat verimli ve karmaşık makinelerin icadıyla beraber işler değişir. Buna sanayi devrimi diyorlar. Bu makineler hem çok pahalı hem de kullanmasını öğrenmek gerek. Tüccar böyle bir şeye para yatırmadan önce alıcı ve yeterince hammadde bulacağına emin olmalıdır. Polany’nin deyimiyle “tüm üretim faktörleri satın alınabilir olmalıdır. Bunun için ise koşullar hazır değildir, yaratılmaları gerekir.” Koşullar yaratılınca da gider sorarsın adama; “günde 8 saat halı dokumak için kaç para istersin?” Dokumacının tezgaha koyduğu şey halı değil emeğidir artık. İnsan ve emeği birbirinden böyle ayrılmıştır. Doğa ile hammadde’nin ayrılışı da piyasanın marifetidir. Özetle; geçim amacının yerini kazanç amacı almıştır. Bu, insanın doğasına aykırıdır. Beraberinde muhakkak yozlaşmayı getirir. Öyle de olmuştur. Dünyanın son 200 senede müthiş bir hızla tek tipleşmesi, çirkinleşmesi, bayatlaması bundandır. Günümüzün müzisyeni kimdir? Madonna ile Robert Wyatt’ı; Andre Rieu ile Carolin Widmann’ı; Ebru Gündeş ile Burcu Göktürk’ü; Kenny G. ile Lee Konitz’i; İbrahim Tatlıses ile Erdal Erzincan’ı birbirinden ayıran şey nedir? Birinciler star veya zanaatkâr, ikinciler müzisyen yahut sanatkârdır. Zanaatkârın ürettiği şey mal, sanatkârın ürettiği şey eserdir. Malın tanımı eskiden sarihti; “satmak veya bir başka ürünle değiştirmek için üretilen şey”. Fakat zamanla emek, toprak ve para gibi üretilemeyen şeyler de alınır satılır hale geldi biliyorsunuz. Tanım “bir başka ürünle değiştirilebilir veya satılabilir şeyler” olarak değişti. Sanayi devriminden önce müzik bir mal değildi. Müzisyen ile müziği birbirinden ayrılmamıştı. Depolanan, arttırılan, taşınan, takas edilebilen bir şey olamazdı zaten müzik. Yazıya dökülebilir, aktarılabilirdi ancak bir bedene bürünmemişti. Bu imkan kayıt teknolojisiyle birlikte doğdu. Ivan Illich’in deyimiyle; “verimli aletler” müzisyeni eserinden ayırdılar. Artık düğün çalgıcısı, ninni okuyan anne, kumsalda tıngırdatılan gitar, üniversite partilerinde çalan müzik kulübü grupları fazladan bir bagaja dönüştüler. Nostaljik bile değiller. Bluetooth hoparlörün var mı? Başka hiçbir şeye ihtiyacın yok. İnsan ve emek, doğa ve hammadde, müzisyen ile müziği birbirinden ayrıldığı zaman başladı yozlaşma. Bu kelime o kadar çok kullanılır oldu ki o bile yozlaştı. Ben içini doldurup öyle koyayım önünüze. Yoz ne demek biliyor musunuz? Genelde bozuk, çürük, dejenere anlamında kullanılıyor. Anası, babası ya da dedesi, ninesi köyde büyüyen varsa bir sorsun onlara yoz ne demek diye. Yoz, kısır demektir. Yoz malı veya yoz sığırı lafını muhakkak duymuşlardır. Bazan çalışmayan hayvan için de yoz derler. Tavuğun yumurtlamaktan vazgeçmesi “yozukmak” tır mesela. Ekim, biçim yapılamayan, verimsiz toprak “yoz yer”dir. Falan filan… Modern insanı tanımlamak için bundan daha isabetli bir sözcük düşünemiyorum. Modern insan demek üretimden vazgeçen insan demektir çünkü. İnsan emeğinden, müzisyen müziğinden ayrılınca işte bu oluyor. Yozlaşıyor. Kısırlaşıyor fakat kelimenin diğer anlamıyla dejenere de oluyor. Polany mütekabiliyetin insanın doğasında olduğunu yazmıştı. Günümüz insanı için bunun geçerli olduğunu düşünmüyorum. Üretmekten vazgeçmeyen ve eserini tezgaha koymayan müzisyenin günümüzde yersiz ve yurtsuz oluşu mütekabiliyetin unutulmasındandır. Onun yeşereceği, hayatta kalacağı bir dünya yok artık. Patreon’dan bağış bekleyedursun. Haliyle müzisyenlik günümüzde varlıklı ana-babaların tuzu kuru evlatlarına nasip olabiliyor sadece [Burun kıvırarak söylemiyorum bunu]. Şimdi bu serinin ilk yazısına döneceğim. Orada uygar olmayan insan için “insanın bilmesi gereken her şeyi bilirler” demiştim. İnsanın bilmesi gereken şeyleri de sıralamıştım: “Karnını doyurmak (avcılık, hayvancılık, çiftçilik vs.), yuva yapmak, giysisini dikmek, kendini tanımak (“patlıcan bana dokunuyor”, “uykusuz kalmak başımı ağrıtıyor”, “yalnız kalmaktan korkuyorum” vs.), hayatın sonlu olduğunu idrak etmek.” Günümüz insanı ve dolayısıyla günümüz müzisyeni bu bilgilerin ezici çoğunluğundan mahrumdur. Bu da onu başkasına muhtaç hale getirir. Biliyorsunuz, sanayi devriminden evvel müzisyenlerin, ressamların hamileri vardı. Fakat onlar hamilere hayatlarını idame ettirebilmek için ihtiyaç duymuyorlardı. Sanatlarını icra edebilmek için ihtiyaç vardı hamilere. Cubase’de davul yazıp, evde gitar kaydedip, Distrokid’den albüm yayınlamak gibi bir imkanları yoktu. 15-16 kişilik bir orkestraya eserlerinizi çaldırmanın ne kadar maliyetli olabileceğini bir düşünün isterseniz. Yani bir hami bulamasaydı da açlıktan ölmezdi bu insanlar. Wagner’in babası katip, Brahms’ınki şerbetçi, Itri’ninki aktar, Haydn’ınki köyde kağnılara tekerlek yaparmış vs. Tabii ki o dönemde de çoğu müzisyenin ailesi varlıklıydı ancak demek istediğim şu; o dönemki müzisyenlerin her biri yaşamlarını kendi başlarına sürdürmeye muktedirdiler. Şimdikiler değil. Aralarında bir fark daha var. Ondan da bahsedip bitireceğim. Yazının başında Viyana Kongresi’nden bahsettim. Eski düzenin (Ancien Régime) sonu diye de okuyabilirsiniz. Eski düzenin ekonomik cihetinden bahsetmiştim. Siyasal yönü de herkesin malumu: Müstebitler devri. Monarklar 1815’ten sonra öyle zayıfladılar ve küçüldüler ki, süs köpeği gibi sevimli, uysal hale geldiler. Avrupa’nın pek çok ülkesinde de ziynet gibi muhafaza ediliyorlar. Devletin hacmi küçülürken özel kişi ve grupların nüfuzu artmış oldu. Başta demiştim ya “kültür tarihinin şüphesiz en önemli terakkisi tek adam rejiminin icadıdır” diye, hah şimdi tersini düşünün. Madem ki devlet demek odaklanma, yoğunlaştırma, kavramsallaştırma demek; devletin küçülmesi veya kişilere pay edilmesi de dağınıklık, esneklik, gevşeklik demektir. Çok çarpıcı bir örnek vereyim size. Klasik Batı Müziği diye bir şeyin gelişmesi, olgunlaşması ve nihayet kurumsallaşması bundan 500-600 sene evvel oldu. Son 500-600 sene boyunca Avrupa’nın en liberal, en özgürlükçü ülkesi sizce kimdi? Şüphesiz İngiltere. Adamlar 1215 yılında Magna Carta ile kralın yetkilerini kısıtlandırmışlar. Kefenin diğer tarafında da şimdiki Almanya, o zamanki Kutsal Roma İmparatorluğu olsa gerek. İç karışıklık komşu krallıklara göre yok denecek kadar az. Son derece stabil ve güçlü bir monarşi var. Öyle olmasa 300 sene başta kalmaz Habsburg Hanedanı. Prusya da böyledir. Orada da Hohenzollern Hanedanı var mesela. Krallık dağılana kadar da başta kalmışlar (300 sene). İngiltere’de hiçbir hanedana 100 sene bile nasip olmamıştır. Çarpıcı kısma şimdi geliyorum. Felsefe, siyaset teorisi, ekonomi, askeri teknoloji, teoloji vesaire gibi konularda Avrupa’nın en önemli ülkelerinden biri hatta belki ilki olan İngiltere, besteci ve müzisyen çıkaramamıştır. 600 senelik Klasik Batı Müziği tarihine kayda değer tek isim kazandırmıştır: Henry Purcell [1659-1695]. John Dowland iyi bir bestecidir belki ama sadece Almanya’dan yüzlerce dengi çıkmıştır. Britten ve Elgar ise fasa fisodur. Asla büyük bestecilerden değillerdir. Buna karşılık Almanya-Prusya adeta bir vahadır. Viyana Kongresi sonrası Batı ise tam bir çöldür. 19. yüzyıldan itibaren Klasik Batı Müziği’nin dinamosu Ruslar ve onların etki altına aldığı milletlerdir. Şaşırtıcı değil çünkü devletin ve monarkın (çar) en kavi olduğu yerdi Rusya. Stravinsky, Şostakoviç, Balakirev, Mussorgsky, Prokofiev… Bunlar son büyük müzisyenlerdir. Buna karşın özgürlükler ülkesi ABD ne kadar didinse de müzisyen çıkaramamıştır. Varese, Cage, Cowell… Bunlar fikir adamıdır. Belki Charles Ives bir istisna olabilir o kadar. Kendini tanrının gölgesi olarak gören müstebitler olmadan veya onların aygıtı olan devlet olmadan müzisyen özgür ancak sahipsizdir. Dağ doğurmak istese de fare doğurmaya yazgılıdır.