Gazete arşivlerini kurcalarken İlhan Mimaroğlu’nun bir söyleşisine denk geldim. Cumhuriyet Gazetesi, 26 Kasım 1989. Son paragrafta gözümün değdiği bir isim oldu: “Bu ara, Amerika’da çalışan piyanist Aydın Esen ve Kanada uğraşlarını sürdüren gitarcı Orhan Demir’e caz basınında yaraşık görülen övücü eleştiriler umarım ki bu müzikçilerimizin yollarının açılmasına yardımcı olur.”
Orhan Demir. Allah Allah. Ben bu ismi daha evvel hiç duymadım. Türkiye’deki cazcı cemaati dediğin şey bir avuç insan. Hele ki 1989’da. Google’a falan baktım, pek bir şey yok. Falanca tarihte doğan gitaristin şu isimde albümleri var kabilinden şeyler. Bu kadar. Müziğini ise ara ki bulasın. Youtube, Spotify falan filan hiçbirinde izi yok. Hayıflar olsun. Normalde bu kadar üstelemem, “yoksa yok” der geçerim ama memleketimizde yetişen en burnu büyük entelektüellerden biri olan İlhan Mimaroğlu zikredince bu ismi, merakıma teslim oldum. Bir şekilde ulaştım Orhan Demir’e. Albümlerini hiçbir yerde bulamadığımı söyledim. Adresimi istedi. “Size albümlerimi hediye edeceğim” dedi. Yumurtasını gözetir toy gibi gözüm kapıda bekledim. Bir kutu hazırlamış, albümleri ve son çıkan DVD’sini de içine koymuş. Ta Kanada’dan Türkiye’ye postayla yollamış. Başkasının el yazısını görmeyeli amma çok zaman olmuş. Ekşisözlük’teki mesaj kutusu veya elektronik posta kutusundaki kimliksiz dijital yazılar aracılığıyla haber alıyorum insanlardan. Geçenlerde bir okur yazmış, bir soru sormuş. Sonra da “gerçi vereceğiniz cevabı yakın zamanda göremeyeceğim, bir sonraki limana bir ay var” diye eklemiş. Besbelli ki denizci. Kim bilir nereden yazdı? Teknolojinin mesafelerin üstesinden gelmesi insanı yaşadığı dünyadan ve insanlıktan uzaklaştırıyor. Uzaklaştırmakla da kalmıyor, yabancılaştırıyor. Orhan Demir’in gönderdiği postayı beklemek ve sonunda bir başka mekandan kopup geldiği apaçık olan bir şeyle karşılaşmak ne güzel bir duyguymuş. Dünya, her yeri zapt edilmiş, birbirine çok yakın parçalardan oluşan küçücük bir fanus değilmiş meğer. Bunu hakikaten tamamen unutmuşum. Hatırlayınca biraz olsun ferahladım. Neyse bu demode mızmızlanmaları bir kenara bırakayım, albümlerden bahsedeyim.
Freedom In Jazz Vol.2
Solo enstrüman albümleri ve -hele hele- konserlerine bayılırım. Müzisyenin er meydanıdır desem yeri. Cecil Taylor’un Silent Tongues’u mesela. Bu işin şahikasıdır. Nefessiz dinlersin. Aslına bakarsan solo icralar dinleyici için de kolay değildir. Hep diri ve uyanık olmak gerekir. Süngün düştüğü anda iletişim kopuverir. Cecil Taylor dinleyiciyi bu zahmetten kurtarıyor (Aynını Proust için derler değil mi; okuyucuyu kendini yazardan zeki sanma zahmetinden kurtarmıştır). Orhan Demir’in icrasında muhatabını gırtlağından yakalayan bir vahşilik yok. Tatlı tatlı çalıyor. Birkaç dakika zevkle ve kolayca hazmettikten sonra için bayılıyor.
Guitar Plus
Katlanması zor suni yapay gitar tonuna rağmen çok enteresan bir albüm. Jasmine erişmesi güç bir olgunlukla icra edilmiş, dokunaklı ve ağırbaşlı bir parça. Bilhassa davulcunun müziği duyuşu ve onu şebit gibi açışı hayranlık uyandırıcı. Aynını Heavy Mental için de söyleyebilirim. Buna karşın Lighthouse’da can sıkan bir toyluk, bir laf kalabalığı var. Fakat yine de insan bu müzikte hoşa giden bir şey buluyor. Ne o? Galiba başta bahsettiğim o suni gitar tonu. Bunu duyduğunuz zaman, müziğin 1990-2000 arası bir müzik olduğunu kestirebiliyorsunuz. Bu da hiç değilse bir nostalji duygusu yaşatıyor. Aynı şekilde 80’lerdeki, 70’lerdeki ve hatta 60’lardaki müziği bile sound’una bakarak az çok tahmin edebiliriz sanıyorum. 2010’dan beri diğer her şey gibi caz müziğindeki sound da yerinde sayıyor.
Originals
Fazlasıyla kalabalık ve boşluksuz bir müzik ve icra. Gitar müziği sevmeyenler için -benim gibi- eza. Davulcu yine albümün yıldızı. Adamın eyvallahsız bir çalımı var. Unicorns’daki icraya bir baksanıza. Dikkatimi çeken bir başka şey de Orhan Demir’in besteciliği. Çok tuhaf bir melodi kurma formülü var. Kafa açıyor.
Albüm kapağındaki fotoğraf nasıl? Barış Demirel'e benzemiyor mu?
Originals Vol.2
Yine son derece tuhaf melodi örgüleri. Hangi müziğe, hangi gitariste atıfta bulunduğunu bile anlayamıyorum. Birazcık olsun John McLaughlin’in 90’lardaki icrasının izleri var. Orient Express ve Joy hakikaten iyi parçalar.
Orhan Bey’den bana gelenler bunlardı. Bir de DVD. Onu eklemedim. Bir ara eklerim. Yazılarımın uzunluğundan şikayet eden okurları sevindireyim ve kısa bir kapanış faslıyla noktayı koyayım.
Orhan Demir icracılığı, besteciliği ve mizacıyla Türkiye’deki caz müzisyenlerinden farklı. Bana Arman Ratip’i çağrıştıran bir hali var. Sağ elini gitar klavyesine yaslamadan kullanıyor. Tanbur yahut ud çalar gibi bir tutuş. Müteveffa Pat Martino da böyleydi. Pat Metheny de bazen böyle çalar. Çok tercih edilen bir tutuş değil. İcrasını kalabalıklaştıran ve bazen bulamaça döndüren şeyde bu tercihin payı var. Mizaç olarak da fazlasıyla içine kapanık birine benziyor. Eşlikçilerin katkılarıyla yön değiştirmeyen, kendi burnunun dikine giden bir çalımı var. Kendisi dışındakileri dinlemek konusunda pek iyi olduğunu söyleyemem. Asla eşlikçi olamayacak bir müzisyen tipi. Besteciliğini de yine bu mizaç şekillendirmiş. Armonilerden oluşan dikey bir çatı yerine yatay ve uzun cümleler kullanmış hep. Kendinden etkilenen ve kaynak alan, kısır ama emsalsiz bir melodi kurma becerisi var. Ezcümle: Orhan Demir kulak kabartmaya değecek, inatçı, yekta bir müzisyen.
*NOT: Eklemiş olduğum müzikleri Orhan Bey’in ricası üzerine kaldırdım. Üzgünüm.