Güdük kalmış klasik müzik okulumuzun kalburüstü pek az isminden biridir Özkan Manav. Bizim okulumuzda kulvarlar vardır. Hemen herkes bir tanesinin başını tutmuştur. Bu iyi yahut kötü değildir. Bu bir üsluptur, ifade tercihidir fakat bazen de bir şeyin başını tutma hevesidir sadece. Bu kulvarların ilk belireni Türk müziğini 'çağdaşlaştırmak' gayreti idi. Sanıldığı gibi cumhuriyet dönemine has bir öykünme değildir bu. II. Mahmut'a kadar uzanır mazisi. Donizetti'yi burada 28 sene tutan da bu hevestir zaten. Bu öykünmeyi bir eziklik olarak görmemek gerek. Müzmin mağlubun ruh halini 2020'den bakarak değerlendiremezsin. Donizetti'nin halefi olan Guatelli'nin uğraşlarını tetkik etmek önemlidir. Hacı Arif Bey'in eserlerini çok sesli hale getirmeye çalışmıştır. Sonra kulvar değiştirdiğini görmek ilginçtir. Türk müziğini çağdaşlaştırmaktan vazgeçmiş onu bir anlatım öğesi olarak kullanmayı denemiş. Bakın bu fevkalade önemlidir. Türk okulunun ezici çoğunluğu bu gelişimi gösterememiştir. Hatta bir gelişim olduğunun farkında bile olmayabilir. Emre Aracı'ya ne kadar teşekkür edilse azdır. Türkiye'ye dönmemesi, buradaki akademik camia ve Kadıköy-Cihangir entelijansiyasıyla temas etmemesi ne büyük şans. Marksist.org'da siyasi analizler yapıyor, Sanatatak'ta yazıyor, Salt Galata'da çalıyor olabilirdi. Onun yerine çoğu konservatuvarlının burun kıvıracağı bir işe girişti ve arşivden cevher çıkardı. Neyse efendim, birinci kulvardakilerin gayreti Türk müziğini çağdaşlaştırmaktır diyelim. Bunu da ayıplamamak gerektiğini tekrar söyleyelim. Yürümeden evvel emeklemek gerek fakat ergenlik çağında emeklersen gülünç olursun. Adnan Saygun 1960 sonrasında doğsa Yunus Emre Oratoryosu'nu besteler miydi? Tabii ki hayır. "Türk velisi Yunus Emre'ye Katolik Kilisesinde oratoryo söyletmek" bu çağda gülünç olur. Kaldı ki o çağda bile duruma uyananlar vardı. Fakat Cinuçen Tanrıkorur gibi münevverlerin idrakini ortalamadan beklemek olmayacak iştir.
İkinci kulvara geçelim artık. Bu kulvardakilerin gayreti de Türk müziği öğelerinden olabildiğince kaçınmaktır. Bu öykünmeyi de eziklik olarak görmemek gerek. Dediğim gibi bunlar emekleme döneminin olmazsa olmazıdır. İlhan Usmanbaş'ın pek çok eserini bu kulvara koyabiliriz . Unutmamak gerekir ki ikinci kulvar bir zaruretten doğmuştur. Birinci kulvar tıkanmıştır ve ikinci kulvar doğmak zorunda kalmıştır. İlhan Mimaroğlu bunu iyi tespit etmiştir. Yenileyiciler ve yineleyiciler diye ayırır bestecileri. Brahms, Haydn gibi yineleyiciler Schoenberg gibi yenileyicileri doğurur. İkinci kulvarı bypass olarak görmek gerek.
Bu iki kulvar gelenekçiler ve yenilikçiler tasnifine benzer ilk bakışta ama değildir. Peyami Safa'nın Fatih Harbiye'si gibi karikatür bir zıtlık yoktur ortada. Emekleme döneminin ürünlerini yaşlandığımızda bize gülünç gelebilir. Gelmelidir de. Çoğu zaman sevimlidir. Sevimli olan şey nedir? Halis gayret. Halis olan her şeyde sevimlilik vardır. Fakat ergenliğimizin mahsullerini çoğu zaman hatırlamak istemeyiz. Niçin? Biçim için özden feragat etmişizdir de ondan. Utanç verici olan budur. Türk okulu neferlerinin pek çoğu ergenlikten çıkamadılar. Yenilikçi, çağdaş, modern vs. kafesindekilerde yeni olan tek şey sazlar, mikrofonlar, ses kartları ve programlardır. Sudan içeriye yalnız kafalarını sokabilmişlerdir. Kendilerini bir kalıba sokmak istemezler. Etiketleri her zaman deneysel/avant-garde/free-jazz/contemporary falandır. Kalıba girmemeyi tercihleri gibi sunarlar. Oysa zarurettendir. Kalıba sığmayışları özgürlükten değil hantallıktandır. Disiplin yerine beden olumlamayı tercih eden şişmanlardır bunlar. Birbirlerine düzdükleri methiyeler, verdikleri ödüller vs. gülünçtür. Gelenek icat etmek o kadar kolay iş değildir.
Türk okulunun kahir ekseriyeti farklıymış gibi duran fakat birbirinin aynı olan iki kulvardır. Ergenlikten çıkabilmiş olanı pek azdır. Özkan Manav bunlardan biri sayılır. Çok parlak bir isim değil ama ben yine de ondan bahsetmek istedim. Tek tek her bestesini tetkik edecek iştahım yok ama bir tanesini seçeceğim: Bölüm 6. Piyano için yazılmış. Bayıldığım bir müzik değil. Özleyip de "dur bi bölüm 6 dinleyim" demem. Bazı müzikler böyledir. Duygularını değil de mantığını harekete geçirir. Bu iyi de değil kötü de değil. Böyledir sadece. Bazıları her ikisini birden harekete geçirir. Bu da iyi ya da kötü değildir. Her neyse bu parçada risk almış besteci. Piyanonun 6. oktavındaki üç perde tampere sistemin dışında akortlanmıştır. Tolga Tüzün'ün iki gitar için bestelediği bir parça var: Two Miniatures. Bu da benzer bir deneme mesela. Fakat tamamen laf salatası. "Schoenberg, Foucault, diyalektik, Zizek, Adorno, Wittgenstein ..." gibi bir şeyler duyuyoruz sadece. Cümle bile değil bunlar. Bu bir tuzak. Fakat Özkan Manav'ınki tuzak değil. Dinleyince anlayacaksınız. Parçanın orta yerinde makamsal bir ezgi duyuluyor. Uşşak makamı. Bir sürü kalabalığın arasından sıyrılan bir ezgi bu. Sonra tekrar dağılıyor. Schnittke'nin böyle işleri vardır. Ben pek sevmem ama iyi bir ustadır. Her okulda bir Schnittke olmalı. Parçanın ortasındaki bu ezgi yalın haldedir. Armonize edilmemiştir. Bakın bu önemli. Amaç Türk müziğini çağdaşlaştırmak değil demek ki. Türk müziği anlatım öğesi olarak yer alıyor. Şimdi Guatelli'yi tekrar hatırlayın. Ve tüm parça belli belirsiz bir çerçeveye sadık kalmıştır. Açılış en pes mi bemol ile yapılmış ve bu nota ton merkezi olmuştur. Sonra pek çok nota saçılır ortaya ve en tizde la sesi duyulur. Bu da ikinci ton merkezi olur. Makam yürüyüşünün çerçevesi içinde gezinir. Ortaya saçılan notalar atonal bir geveleme gibidir. Bu atonal geveleme bir caka veya ambalaj değildir. Bu da bir anlatım öğesidir. Bu değerlidir. Demek ki burada özden feragat edilmemiştir.