Büyük sanatçı, harika ses, eşsiz icracı, keman sesli kadın diye tarif ve taltif edilmiş hep. Hayranları sanatçının önemini vurgulamak için sıfat avına çıkmış sanki. Büyük sanatçıların yazgısıdır bu; akla değil gönle seslenen sözlerle vaftiz edilmek. İnanmanın lezzeti başka; ikna olmanın, kanmanın lezzeti başka. Ben ikna etmek için yazacağım.
İçini dolduracağım kılıfın adı asalet. İçini dolduracağım çünkü bu sıfatı arayıp seçmedim, sezdim. Sezgi bizi tümdengelmeye mecbur kılar. Başka türlü aklın zeminine oturmaz. Gelelim. Asalet TDK’ya göre soyluluktur. Oxford’un İngilizce-Türkçe sözlüğünde de noble, asil ile karşılanır. Soylu (noble)’nun Türkçe karşılığı asil olamaz. Olsa olsa mümtaz olur. Düşünmeden, gelişigüzel yazmışlar. Ciddi sözlüklere bakınca asalet biçimlenmeye başlıyor. Hazine-i Lugat. 1831 yılında Artin Hindoğlu tarafından yazılmış Fransızca-Türkçe sözlük. Asalet -parantez içinde kavilik demiş-, fermete yazmış. İngilizce firm var ya, aynı kökten işte. Sıkı, pek, sert, dayanıklı… Nietzsche, Putların Alacakaranlığı veya Bir Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır’ı şöyle bitiriyor:
Yaratanlar serttir. Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı mutluluk olarak görmelisiniz. Binlerce yıllık istencin üzerine, madenin üzerine kazır gibi kazımayı mutluluk olarak görmelisiniz. Madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan. Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize ey kardeşlerim: Sert olun!
Tesadüf mü diyelim? Fakat 19. yüzyılın diğer sözlükleri de benzer şeyler yazar. Lugat-ı Naci’de “cevdet, metanet”, Lugat-ı Osmani’de “kuvvet, metanet” der mesela. Kusursuzluğa, güzelliğe ve sağlamlığa vurgu yaparlar. Kamus-i Türki de aynı yerin altını çizer (“köklü, esaslı olma, rüsuh, metanet”) ama ikinci bir anlam da yükler: “Soy ve neseb sahibi olma”. Öyleyse asalet, köklü bir katışıksızlık olmalı. İşte Sabite Tur’u büyük yapan da bu. Biraz daha açayım.
İnsan sesi hemen her müzikte hiyerarşinin en tepesindedir. Avrupa sanat müziğinde de böyledir. Kutsal ya da kutsalın tellalı gibi görülür ve ona başka sazın eşlik etmesine müsaade edilmezdi. 15. yüzyılla birlikte yavaş yavaş esnemeye başladı bu tutum. 16. yüzyıla gelindiğindeyse flüt veya keman gibi bir çalgıya dönüştü büsbütün. İtibar kaybı mı yoksa zincirlerinden kurtulma mı siz karar verin. Bundan böyle vokal için yazılan partisyonlar zenginleşti ve zorlaştı. Ses güzelliği tali bir şey haline geldi. Teknik yeterlilik ve kapasite aranır oldu. Bizim müziğin jargonuna aşina olanlar bilir, “tanburdan çok güzel ses çıkarıyor” derler mesela. Batı sazları için bunun dendiğini hiç duymadım. Çıkması beklenen ses bellidir ve neredeyse standarttır. Esas olan kapasitedir, ifade genişliğidir. Kumaştan çok o kumaşla ne yapıldığıyla ilgilenilir. Türk müziğinde ise ‘Allah vergisi’ kumaş övgüye layıktır. Küçük şeylerde büyük olma gayreti belirgindir. Sabite Tur herkesi kıskandıracak kadar güzel bir sese sahiptir. Şarkı söylemese de olur. Alelade konuşmasını dinlemek bile insanın yüreğini yumuşatır.
Güzellik fethedici bir güç, bir imtiyazdır. Tavizsiz fetih olmaz. Şeyler kapsayıcı olduğu ölçüde geçirgenleşirler. Sınırları silikleşir. Zeki Müren’in, Müzeyyen Senar’ın başına gelen de budur. Devrinin en parlak, en suzişli seslerindendir bu isimler fakat kendi güçlerine sınır çizmeyi becerememişlerdir. Gözden düşmelerine sebep de budur; asaletlerini koruyamamaları. Gösterişli, şöhretli ve yeteneklidirler ama asaletten uzaktırlar. Müzeyyen Senar tertemiz üslubunu pop müzikle ve meyhane müziği ciddiyetsizliğiyle, Zeki Müren ise arabeskle bulandırmış, pespayeleştirmiştir.
İddiam havada kalmasın, altını dolduralım. Tanburi Ali Efendi’nin Hüseyni şarkısı Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül’ü her üçünden de dinleyelim.
Henüz ilk cümleden şak diye belli oluyor farkları. Meyanı da dinleyince iyiden iyiye ayrışıyor katışıksız olan.
Zaten seçtikleri repertuvara baksanız bile anlarsınız demek istediğimi. Sabite Tur üslubuyla da repertuvarıyla da katışıksızdır. Repertuvar, 20. yüzyıl sonrası Klasik Türk Müziği’nde solistin yazılı olmayan sorumluluğudur. Tabii ki soliste refakat eden müzisyenlerin de katkısı vardır ancak kim ne derse desin son sözü solist söyler. Hülasa solist bir yol göstericidir, rehberdir. Batı müziğinde bu vazife solistlerin değil okullarındır. Bizim müziğimiz ise okulda öğrenilemez. Aktarım meşk denen birebir ilişkiyle olur. Tam da bu yüzden yüzyıllar boyunca notaya almaktan kaçınılmıştır. Cahillik veya uyuşukluk değildir yani bunun sebebi. Bilinçli bir tutumdur. Sabite Tur seçtiği kusursuz repertuvarla mükemmel bir kılavuz olmuştur. Aşağıdaki tabloda okuduğu şarkıları göreceksiniz.
Yazının bundan sonraki kısmı “yenge bizi bilgiye doyur, müzikolojiye boğ” diyen fen bağımlıları için. Melahat Pars, Sabite Hanım için koloratur soprano demiş. Aynını Gülçin Yahya Kaçar da yazmış. Soprano C4 - C6 aralığına denk geliyor. Koloratur olunca F6’ya hatta bazen G6’ya dek uzanıyor. Aşağıdaki minik ses kaydında koloratur soprano ne demek duyabilirsiniz.
Kadın (Natalie Dessay) G6 basıyor en tizde! Altıncı oktavda sol. Sabite Hanım’ı en tiz Erişti Nevbahar’ın finalinde duyarsın. Orada bile A5 basıyor. Neredeyse bir oktav pestte kalıyor yani. İkisinin de en tizdeki sesini yan yana koydum. Buyurun siz de duyun:
Türk müziğiyle iştigal edenlerin batı müziğinin jargonunu kullanmaya bu kadar hevesli olmasını anlayamıyorum. Bilmediğin şeyi konuşma ablacım. Bu kadar basit. Sabite Hanım çok güzel şarkı söyler de geç. Neyse, Sabite Hanım’a kontralto demek uygun düşer. F3-F5 aralığında okur. Zorlanarak E3-A5 aralığına kadar esneyebilir. 2,5 oktavlık bir aralık. Zaten onu farklı kılan da G3-G4 aralığında okurken boğulmaması, sesindeki gürbüzlüğün eksilmemesidir. Selahattin Pınar’ın Evcara şarkısını okumuştur mesela; Söndü Yâdımda Akisler Gibi Aşkın Seheri. Çok kazık bir parçadır. Tiz çargah - yegah aralığında yani neredeyse iki oktav genişliğinde bestelenmiş bir şarkı. Aşağıdaki ses kaydında parçanın peste düştüğü yeri önce Mustafa Doğan Dikmen’den sonra Sabite Hanım’dan duyacaksınız. Yoruma gerek olduğunu sanmıyorum. Dinleyin yeter.
Pestler her zaman er meydanıdır. Bu şarkıyı Burcu Göktürk’ün okuduğuna da şahit oldum. Çatır çatır okumuş hakikaten. Bir başka örnek de Ahmed Arifi Bey’in deneysel Rast şarkısıdır: Bilse Bir Kerre O Şûh Hâl-i Perîşânımızı. Basmadık perde bırakmamış besteci maşallah. E3 - E5 aralığında teklemeden, makara gibi söylemiş. Ondan başka da bu parçayı okuyan çıkmamış zaten. Şarkıyı beğenirsiniz beğenmezsiniz o ayrı fakat 19. yüzyıl sonu, Klasik Türk Müziğinde ufak kıpırdanışların, utangaç denemelerin miladıdır. Yine Sabite Hanım’ın repertuvarında yer alan Cevdet Çağla’nın Suznak şarkısı Gönlüm Kuru Bir Gül Gibi Titrerken Adında (bunu da Sabite Hanım dışında okuyan olmadı galiba), Zeki Arif’in Suznak şarkısı Sevdim Seveli Sen Güzeli Gitti Şuurum, Ali İçinger’in Evç şarkısı Bir Gören Bir Dem Unutmaz Sen Gibi Bir Mehveşi… Klasik müziğimizin en deneysel parçalarından bazılarıdır bunlar ve genellikle pek seslendirilmezler. Bu parçaları repertuvarına katmış olması önemlidir. Öte yandan Zekai Dede’nin Hicazkar nakış bestesini (Hicr-i lebinde yârin bir dil ki oldu nâ-hoş), İsmail Hakkı Bey’in Ferahfeza nakış bestesini (Çağlayan cûy-i sirişkle çeşm-i pür-hûnum mudur) de okumuştur ancak kâr gibi daha ağır formlardan uzak durmuştur. Meral Uğurlu ile ayrıldığı kısım da bu olmuştur. Belli ki Sabite Hanım kâr ve beste gibi ağdalı formlarla bir ünsiyet kuramamış ki okumamış. Meral Uğurlu bağ kurmak için çabalamaz. Lazımdır okur. Fakat onun icrasında da sevimlilik, cana yakınlık yoktur. Kusursuz fakat lezzetsizdir. Sabite Hanım okuduğu her eseri iştahla, hevesle okumuştur. Sezilir.
Artık bitirelim. Sabite Hanım seçtiği repertuvarla, üstlenmiş olduğu rehberlik sorumluluğuyla, ses güzelliğiyle, tekniğiyle, bilgisiyle, asaletiyle ve çizmiş olduğu profille müziğimizde çok önemli bir yeri olan müstesna ve mümtaz bir sanatçıdır. Radi Dikici “üç Müzeyyen vardır” diyor. Radyo kayıtları, gazino dönemi ve sonrası. İki tane de Zeki Müren olduğunu söyler. Oysa Sabite Tur bir tanedir.
Elinize saglik, guzel bir analiz, bastan sona katiliyorum fakat muzigin notaya alinmamasinin sebebinin bilincli bir kacinma oldugu fikrinize katilmiyorum. Notaya alma eksikliginin pek cok sebebi var. Birincisi toplumdaki genel olarak yazma, kayit altina alma, belgeleme kultururun olmamasi. Yani hayatin her alaninda her sey yazili bir sekilde dokumente edilmis olsaydi da bir tek muzigi notaya almasalardi dediginiz gercekci olabilirdi. Sivil edebiyattan, gunluk tutmaya, dogum belgelerinden, mezarik kayitlarina kadar hayatin pek cok alaninda eksik olan bu kultur, muzik alaninda da kendini gostermistir.
Bir diger sebep ise Turk Muziginin notaya alinmasindaki teknik zorluklar. Ne bati notasi ne de hamparsum notasi Turk muziginin tam olarak notaya alinmasi icin teknik olarak yeterlidir. Muzik cumlesi icindeki cesnileri, inerken peslesmeleri, geckileri tam anlamiyla notaya alabilmek mumkun degildi, hala da mumkun degil. Buna benzer bir durum Hint muzigi icin de gecerlidir. Hint muziginde zaman zaman pek cok notasyon sistemi denenmistir ama tam anlamiyla notaya almaya imkan olmadigi icin yine Turk muzigindekine benzer bir mesk sistemiyle yuzyillar boyunca kusaktan kusaga aktarilmistir.
Heyhat, bu durumun busbutun kotu bir uygulama oldugunu da dusunmuyorum. Bu durumun yarattigi pek cok dezavantaj oldugu gibi aslinda olumlu yanlar da vardir, tipki masallar gibi her anlatilista biraz daha mukemmellestitilerek estetize edilmistir. Zaman icerisinde sanat seviyesi dusuk duzeyde kalan eserler ise dogal olarak elimine olmustur.