Turizmin her türlüsü farklılık ve/veya otantiklik arayışı üzerine inşa edilmiştir. Kültür turizmi, seks turizmi, ekoturizm, gastroturizm… Hiç fark etmez. Sömürgeciliğin bakiyesidir. Ülkeleri, turizm gelirinin gayri safi milli hasıladaki payına göre sıralayınca tabloyu tüm netliğiyle görürsünüz:
1. Maldivler (%59) - İngiliz sömürgesiydi
2. Palau (%48) - Alman sömürgesiydi
3. Seyşeller (%32) - İngiliz sömürgesiydi
4. Vanuatu (%25) - İngiliz ve Fransız sömürgesiydi
5. Dominik (%24) - İspanyol sömürgesiydi
Listenin üst sıraları Belize, Barbados, Jamaika, Kamboçya, Tayland gibi eski sömürge ülkeleriyle dolu [Buna karşılık Japonya, ABD, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya gibi ülkelerde turizm gelirinin payı %3’ün altında]. Üstelik bu ülkelerdeki turizm gelirinin büyük bölümü yine Batı’daki ülkelere akıyor. Havayolu şirketleri, yer hizmetleri, otel zincirleri, eğlence tesisleri, paketlenmiş gıdaları düşünsenize. Dominikliler mi üretiyordur bunları sizce? Tabii ki hayır. Denizaşırı muktedirlerin, lokal elitler vasıtasıyla para topladığı bir pazar var demek ki. Evet bu pazar sayesinde çalışan sayısı artıyor, şehirler yeni binalar ve modernliğin başka başka süsleriyle bayındır hale geliyor ancak bu saydıklarım yerel kaynakların gelişimine katkıda bulunamazlar. Öyleyse bunun plantasyondan ne farkı var?
Turizm ile sömürgecilik arasında yadsınamaz bir bağ olduğu belli. Son yıllarda turist kelimesinin yerini gezgin kelimesinin alması bu yüzdendir. -Özellikle- kitle turizmine atfedilen kötü şöhretin farkında olan; kendisini kültürel açıdan bilinçli, sosyal açıdan sorumlu gören; çevreye zararsız olduğunu düşünen ve turizmi inkar eden turiste gezgin denir. İnsanların yüreciklerine su serpen hayali bir statüdür. Turist veya gezgin -fark etmez- otantiğin, farklılığın peşindedir. Zıtlık ve farklılık, turizm pazarlaması ve reklamcılığında belki de en güçlü temadır. Zıtlık ve farklılıklar seyreldikçe, hayatta kalan farklılıklar giderek daha önemli hale gelir ve aranır olur. Peki yoksa? Tanrılar Çıldırmış Olmalı diye bir film vardı. Hatırlarsınız. İşte oradaki insanların mensup olduğu topluluğa Buşman deniyor. Botswana ve Namibya’da yaşıyorlar. Turistler çok ilgi çekici bulmuşlar Buşmanları fakat ufak bir sorun var: Filmdekine benzeyen Buşman kalmamış. Bunun üzerine devlet Kalahari Çölü’ne Buşman köyleri inşa etmiş ki turistler Buşman görsün. Yani zıtlık yoksa da varmış gibi yapılır. Otantiklik, özgeçmiş oluşturucu gezginler için bir yerlerden bulup buluşturulur ve sahnelenir. Profan için kutsal inşa edilir. John Forster’ın bir makalesinde denk geldiğim ve çarpıldığım bir cümleyi paylaşmak istiyorum:
”I have put quotation marks around the word native because, as I discuss below, they rarely are” [The sociological consequences of tourism -1964]
Yerli kelimesini tırnak içinde yazdım çünkü -aşağıda tartışacağım üzere- nadiren öyledirler.
Bizim memlekette de bir dolu örnek var. Adana Böreği mesela. Hiç şüphem yok, bu böreğin Beylikdüzü ile daha çok rabıtası vardır. Yerel kültür kılığına bürünmüş üst kültür. Geçtiğimiz günlerde Selin Yücesoy bir etkinliğini duyurdu: Fasl-ı tat. Yeni nesil kebapçı ismi gibi.
Selin’in fanfinisi İstanbullu Rum bir ailenin mutfak defterindeki Rum yemeklerini pişirecekmiş, Panagiotis çalacakmış, Selin de söyleyecekmiş. 20 kişilik niş bir etkinlik. Seyirci ile çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük farklılıklar arasında duran kocaman bir büyüteç, başka bir şey değil. Buradaki meze kaygana veya peynir tabağı değil, müzik. İstanbul öleli yıllar oluyor. Öldü, kokuştu, çürüdü bile. Selin, Çağlar (İstanbul Ansiklopedisi’nin Müziği), Nikos Papageorgiou vs. ise hala bu cesetten medet umuyor, onu konser salonlarında teşhir ediyorlar. Var olmayan bir otantikliği icat ediyor, sahneliyorlar. Buna ancak turistik müzik denebilir. Galata Kulesi’nin eteğindeki hediyelik eşya dükkanlarında satılan bağlama kadar otantiktir. Bu çok yetenekli müzisyenlerimizi ciddiyete davet ediyorum.
Arz ederim.