Bayan kuaföründe ağdacı olması gerekeni sanat yönetmeni yaparsan böyle olur. Hangi sanatı yönetiyor, verdiği ürünler ne menem şeylerdir vs. bu yazının konusu değil. Bu yazı, Tuluğ'un numunesi olduğu bir profili tanımak, tanıtmak ve nihayetinde yermek içindir. Hassas olanlar şimdiden gidebilirler.
"Bu yaştan sonra kadınların sesi olduğuma inanamıyorum"
Biliyorsunuz podcast'i var: Umarım annem dinlemez. Konuşulamayan ve konuşulması gereken şeyleri konuşmak gibi bir amaç tayin etmiş kendine. Ne konuşuyorlar? Seks. Beğeneni de çok beğenmeyeni de. Beğenmeyenlerin bir kısmı şöyle söylüyor: "Yapılmak istenen şey doğru ancak bu işi becerememişler". Yapılmak istenen şey konuşulamayanları konuşmak. Bu önemli. Altını çizelim.
Efendim feminizm denen şey liberalizm ile doğmuştur. Liberalizmin ne olduğu konusunda her kafadan ses çıkacaktır. Kimsenin ayak direyemeyeceği bir tanım bulalım: Varlıkların kendi seyrine bırakılması. Tema budur. Tüm ideoloji bunun üzerine inşa edilir. Temelini Rousseau atmıştır. Toplum Sözleşmesi'nde "insan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur" der. Bunun karşısında da biliyorsunuz Hobbes var. O insan doğasını idealleştiren biri değildi. Saldırganlığın insanın doğasında olduğunu savunuyordu. Feminizm Hobbes'tan değil Rousseau'dan doğar. Neden?
Rousseau ve ardıllarının savaş açtığı şey hiyerarşidir. Tecavüzü toplumsal koşulların, pornografinin falan bir sonucu olarak görürler mesela. Yani bu görüşe göre doğamız hiyerarşinin ve toplumsal prangaların tahakkümüyle saldırganlaşır, çürür, kokuşur vs. Feminizmin günümüzde beslendiği corpus, gender studies. Değil mi? Bu disiplin de toplumsal normlar ve sınırlamaların cinsel kimlik üzerine etkilerini çalışıyor. Fen bilimi değildir bu. Niçin? Çünkü biyoloji çalışmanın eksenini oluşturmaz. Hatta bazen biyolojiyi dışlar. İlla bir yere koyacaklarsa sosyal bilimler başlığı altına koyarlar. Bu yüzden Rousseaucudur. Tanımlar çok önemli bu yüzden toplumsal cinsiyet çalışmalarını kimsenin karşı çıkamayacağı şekilde özetlemeye çalışayım: Cinselliğin tabulardan arındırılabileceğine inanan ve bu savı sınayan disiplin. Şimdi biraz daha ilerleyelim; feminizm son kertede cinsel eşitsizliğin ortadan kaldırılmasını hedefler (hatırlayın, Rousseau hiyerarşiye karşıydı). Bu hedefe ulaşmak için farklı yollar denenmiş, deneniyor. Fraksiyonları oluşturan da bu zaten.
Cinsel eşitsizliği ortadan kaldırmak için tutulan yollardan biri hiyerarşiyle savaşmaktır. Kendini feminist olarak adlandırmasa bile (Tuluğ gibi) cinsel eşitsizlik konusuna duyarlı olan insanların pek çoğu bu yolu tutarlar. Her türden hiyerarşiyi toplumsal bir uydurma, kadınları mevcut konumda tutmak isteyen erkeklerin tasarladığı yalanlar sistemi olarak görürler. Şimdilerde çok popüler değil ama 10-15 yıl evveline kadar Sade, bu yolu tutanların flamasıydı. Sade'yi hiyerarşilerle savaşan, kendini cinselliğin özgürlüğüne adamış fedai gibi görürlerdi. Angela Carter mesela bu görüştedir. Beyefendiyi kadın düşmanı olarak gören de var tabii. Andrea Dworkin mesela. Gerçi onun düşman bellemediği bir kişi, fikir, eylem yok gibi. Neyse neden Sade'ye geldi laf? Sade bir zamanlar flamaydı dedim. Flamaydı çünkü konuşulması yasak olan şeyleri konuşan, yazan biriydi. Bu konuda öyle cesurdur ki BDSM Hilal bile getir götürünü yapar. Peki Sade'nin amacı konuşulmayanları konuşmak, özgürleşmeye dilden başlamak ve oradan hiyerarşinin payandalarına saldırarak cinselliği özgürleştirmek miydi? Hiç sanmıyorum. Tam tersine, Sade'nin eserleri cinselliğin hiyerarşiye boyun eğmesi gerektiğinin vesikasıdır. Sade kesinlikle Rousseau'nun karşı safındadır. Hobbes ile yan yanadır. Varmak istediğim yer şu: Sade, Hobbes vs. 'ye göre doğaya dönmek demek dizginleri şiddet ve şehvete bırakmak demektir. Liberalizmle ayrıldığı yerlerden biridir burası. Hiyerarşiye savaş açan ve doğamıza dönmeyi telkin eden yolun tutarsızlığı da buradadır. Tuluğ, Sinem Sal, Gaye Su Akyol falan her Allah’ın günü toplumsal düzenin baskıcılığından şikayet ederler. Bir taraftan da yönetimin herkese eşit imkan vermesini istiyorlar biliyorsunuz. Bu ancak ve ancak yönetimin/otoritenin daha da güçlenmesiyle olabilir. Cinsiyet eşitsizliğinin en az olduğu ülkelerle devletin en güçlü olduğu ülkelerin denk olması bunun delili. En fazla vergi alan, en fazla yasa koyan, hayatın hemen her alanını düzenleme çabasında olan devletler Güney Amerika'da mıdır yoksa Avrupa'da mıdır sizce? Tecavüzün sebebini toplumda ve toplumsallaşmada aramakta ısrar ettiklerini de biliyorsunuz. "Erkek egemen toplum". Tecavüz dediğiniz şey güç isteminin cinsel ifadesinden başka bir şey değildir. Nasıl ki erkek çakal, dişi çakalla çiftleşmek için onun rızasını istemiyorsa erkek insan da dişi insanın rızasını aramaz. Toplum dediğin şey ise karşılıklı rızayı dikte eder. Yani tecavüzcü erkek egemen toplumun ürünü falan değildir tam tersine toplumsallaşamamanın ya da erkek doğasının ürünüdür. Toplumsal denetim mekanizmasının zayıfladığı savaş ve felaket anlarını bir düşünün bakalım. Çok değil 30 yıl önce Avrupa'nın orta yerinde, beyaz Avrupalı erkekler 20.000'den fazla Bosnalıya tecavüz ettiler. Toplumsal denetim olmadığı için. Bu faslı burada bırakalım ve son fasla geçelim.
"Kadınların cinsellik yoluyla çözecekleri bir problemleri yoktur. fiziksel ve ruhsal anlamda sakince kendilerine yetebilirler" - Camille Paglia. Bu sözün tefsire ihtiyacı yok değil mi? Falanca kelebeği, filanca sineği gibi iki-üç istisna dışında dişiler kur yapmıyorlar. Neden? Soruyu pekiştirmek için şunu da ekleyeyim: Neden erkekler dişilere göre daha alımlı? Neden doğadaki hiçbir dişi dişiliğini, erkeğin erkekliğini kanıtladığı gibi kanıtlamak zorunda değil? Paglia'nın müthiş bir tespiti var: "Doğa erkeği kendi gülünçlüğünü fark etmeyecek biçimde ödüllendirmiştir". Bu kadar lafı niye söyledim? Feminist porno diye bir şey var. Nasıl gülünç bir şey olduğuna bakarsınız. Sonra Eflatun Maral var. Korona günlerinde cinsel haz diye bir yazı yazmış. "Korona günlerinde..." diye başlayan diğer yazılar gibi çöp. Zekanın, bilginin, düşüncenin, mizahın miskali yok. Sonra. Bunların derdi feminizm falan değil dostlarım.
Bunlar kimin kimle sikişeceğinin ehliyetini vermek isteyen zombiler. Bunlar rehavet ve ataletlerinin ürünü olan bir baltaya sap olamamalarının günahını erkek egemen topluma yıkmaya çalışan sünepeler. Bunlar Ahmet Kural'a sövüp Müslüm Gürses'i baştacı eden riyakarlar. Bunlar "erkekler beni de neçneleçtirdi" diye zırvalayan asalaklar. Bunlar kafalarının içlerine yerleştirilen pseudo-akademik kalıpları tekrarlayan regurgitatorlerdir.
Sevdiğim bir şakayla bitireyim: Bunların suratına tükürsen harder daddy derler.
Bu podcastin bir kaç bölümünü dinledim. İşten atılan trans doktor bölümü “konuşulamayanı konuşcam, hem de s. . …e” tarzının tepe taklak olduğu bölüm oldu. Doktor yaşadıklarını, hayatını tam da podcastçinin kendisinin yaptığını iddia ettiği şekilde sansürsüz anlatırken, her bölümde konuklarına pek de cesurca “sen hiç şunu bunu (burayı aklınıza gelen şekilde doldurun) yaptın mı?” diye soran UAD hostu kekeleyerek kalakaldı. Hooop konu “ay çok sıkıcı” memuriyetten atılma sürecine çevrildi. Demek ki neymiş, herkesin feminizmi kendine güzel; herkesin liberalizmi kendi kadar özgürlükçü ve evet, liberalizme bir tahammül sınırı var.
"Konuşulamayanı konuşmak" ifadesi tam bir sahtekârlıktan ibaret. Dünyada seksten daha fazla konuşulan bir şey yoktur. Bu olsa olsa yatak odasında konuşulup orta yerde konuşulmayanı orta yerde konuşmak olur. Konuşulmayanı konuşmanın müşerref bir tarafı olabilirse o da gerçekten insanların hayatlarında konuşmadığını ya da konuşmaktan korktuğunu konuşmak durumunda olur.