90’larda albüm sayısı da müzisyen sayısı da artıyor. Tek tek hepsinden bahsedersem bu işin altından kalkamam. O yüzden bazı albümler ve müzisyenlerden bahsetmeyeceğim. Bu yılların en sık duyulan isimlerinden biri Kerem Görsev. İlk albümü Hands and Lips. 95’te yayınlıyor. 5 sene içinde 4 albüm daha yayınlıyor. Bu albümlerin hiçbirinde sürpriz yahut deneme yoktur. “Şimdiye kadar neler öğrendik tekrar edelim” gibi bir hal vardır. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Başka bir yazıda bahsetmiştim yine bahsedeyim. İlhan Mimaroğlu çok kullanır bu ayrımı: Yineleyiciler ve yenileyiciler. Kerem Görsev bir yineleyicidir. Tuna Ötenel’in Jazz Semai’sinin üzerine pek bir şey koymamıştır hatta eksiltmiştir. Arındırmak da eksiltmedir. Jazz Semai’deki Türk müziği motifleri Kerem Görsev’de yoktur. Armoni, melodi ve ritm olarak Amerikan cazıdır ancak Kerem Görsev’de de uptempo yoktur. Ve Kerem Görsev ile ilgili bir şey daha: Mizah duygusu eksiktir. Cazın olmazsa olmazlarından biridir bence. Bu olmadığında McCoy Tyner gibi bir şey çıkıyor ortaya. Tatsız tuzsuz bir şey. Bana göre değil.
Tuna Ötenel’den bahsetmiştik. 90’larda iki albüm de o yapıyor: Sometimes (1995) ve Vian Köpüğü (1998). Kerem Görsev’in albümleriyle büyük benzerlikler gösterir. Onda da mizah yoktur. endişesizdir. Fakat Tuna Ötenel ilk kez uptempo bir şey çıkarmış Sometimes’da: New Song. Ne eksik peki? İcra. Bakın iyi caz albümlerinde tema dinlemek angarya gelir insana. Tema bitse de doğaçlama gelse diye beklersin. Bu albümlerde tam tersi. Doğaçlamalarda insanı sürükleyecek anlatım ustalığı yok. Bir albümden bahsedeceğim; Don Byron – Bug Music. Yılı 1996. son derece kolay temalar var. Uptempo nadir. Telaşsız bir müzik. Fakat herkes öyle usta ki hiçbir şarkıyı geçmeye elin varmaz. Hikaye kadar hikayeyi nasıl anlattığın da önemli. Don Byron çok iyi bir anlatıcı.
Burhan Öçal çıktı bu yıllarda. Perküsyon çalıyor. Sultan ve Groove Alla Turca’yı çıkardı. Caz müziğiyle bir alakası yoktur. Belki biraz funk. Önemsiz buluyorum. Aynı dönemde Laço Tayfa’nın katkı verdiği bir Brooklyn Funk Essentials albümü var: In the Buzzbag. Funk nedir, nasıl yapılmalıdır vs. cevaplarının sorusu niteliğindedir. Fakat bu da caz değildir. Devam edelim; Senem Diyici. 1998’de Tell Me Tirabizon’u yapıyor. Etnik caz denebilir. Cazın melodik ve armonik yapıları kullanılmış. Bolca da Türk motifi var. Jazz Semai için ne demiştim? Önemli olan misyondur. Fakat bu albüm için aynını söyleyemem. Yıl olmuş 1998. Böyle sentez olmaz artık. Fikir kötü, icra vasat. Ne yenileyici ne yineleyici. Esin Afşar da caz yorumlarıyla Aşık Veysel’i yaptı 1997’de. Aynı şeyleri onun için de söyleyeceğim. Yani Allah aşkına böyle müzik mi kaldı? Türk halk müziğini 50 kere 50 farklı insan 50 farklı şekilde düzelemeye çalıştı. Olmuyor. Gerek de yok zaten. Şalvarın üstüne frak giymekten farkı yok bunun. Osman İşmen Project’in Columbia’dan çıkan albümü de böylesi bir garabettir. Kudsi Erguner’in Ottomania’sını da katabiliriz buraya. Ottomania, Hi-jazz falan diye isim koyuyorsa yapacağı cazdan hayır gelmez zaten. Mizah öğretilecek şey değil.
90’larda senteze bulaşan bir isim de Kamil Erdem. Asiaminor diye bir grubu var. 1995’de Sokak Boyunca, 1996’da Longa Nova, 1997’de Kedi Rüyası’nı çıkardılar. Kamil Erdem çok enteresan ve zor bir işe girişmiş. Ondan öncekiler Türk motifi olarak halk müziği ya da bazen alaturka müziği (meyhane müziği) motiflerini kullanıyorlardı. Çok sesli olmaya daha müsait motifler bunlar. Ritmikler üstelik. Fakat Kamil Erdem ‘Klasik Türk müziği’’ni kullanıyor. Ortaya müthiş bir iş çıkmış. Bu gerçekten çok çok zor bir iştir ve altından kalkabilen biri olduğunu sanmıyorum. 90’larda ve 2000’de Türk caz severleri ilgi gösterdiler bu albümlere ama bence yeterince takdir edilmedi. Ne kadar övsek, ne kadar şaşırsak azdır. Büyük ustalık. Bu başarıyı beceriye, çalışmaya borçlu olduğu kadar iki de hileye borçlu olduğunu söyleyelim. Swing’ten ve armoniden kaçmıştır. başka da yolu yok zaten. Bu yüzden biraz funk’tır. Groove asla hissedilmez. Müzisyenlerin her biri büyük ustalardır. Dünya cazı için de bir renktir ancak tanıtamadık. Devam etmenin vakit kaybetmek olacağı hissine kapıldığında devam etmek kolay değildir. Devam etmek kadar zahmetli pek az iş vardır. Zahmete değen ve en çok zahmet gerektiren iş belki de devam etmektir. O çizgiyi geçseydi belki Asiaminör dünya cazında bir yer edinebilirdi belki.
90’larda gitar, Türk cazında da duyulmaya başlandı. Önceden dekordu. Kamil Özler ve Neşet Ruacan albüm yapmamıştır mesela. Hep eşlik etmişlerdir. İlk gitar albümlerinden biri galiba Önder Focan’ın: Erken. 1995. Benim katlanamadığım bir müzik. Larry Coryell’den de nefret ederim. Etliye sütlüye dokunmayan bir müzik. Her ikisinin de tekniği fevkalade iyi. Hiç falsoları yok ama yok yani hiç bana göre değil. Bunun önemi yok tabii. Türk caz tarihi için de Türk caz müziği için de çok önemli ve değerli bir isimdir. Önder Focan’ın sonraki albümlerine değinmeyeceğim. Bana göre hepsi aynı.
Diğer bahsedeceğim isim Sarp Maden. 1997’de Trio Mrio’yu çıkardılar Volkan Öktem ve Çağlayan Yıldız ile. Cazdan çok fusion ya da blues falan sayılmalı ama o dönem böyle bir akım vardı. Pat Metheny’nin American Garage’ı, John Scofield’ın Loud Jazz’ı, Allan Holdswoth, Mike Stern... Trio Mrio ilk çıktığında bayılmıştım. Kaç kez dinledim bilmiyorum. Şimdi tekrar dinler miyim? Sanmam. Bu albüm Türk cazı için yenileyici bir albümdü. Misyonu önemli. Aynı yıldı galiba Sarp Maden, Mahmut Yalay ile Lodos’u kaydetti. Bir tarafta da Çağlayan Yıldız ile Oğuz Büyükberber Az’ı kaydettiler. Müthiş bir albümdür. Cazın o dönemki güncel sorunlarını ve değişimlerini anlayabilmiş, zamanından kopuk olmayan bir müziktir. Hala dinlerim. Spotify’da 1000 kez bile dinlenmemiş. İnanamıyorum. Yine Sarp Maden ile Mahmut Yalay’ın çıkardığı Boyoz var. Youtube’da bile bulamadım. Güzel albümdür.
Bir de Erkan Oğur var. Telvin Trio’dan bahsetmiştim daha önce bir yazımda. Fretless diye bir albüm yapıyor bu dönemde. Philip Catherine de var. Bu albüm çok enteresan bir albümdür aslında. Başarılı bir sentezdir. Çoğu sentezde karışıma dahil olan iki unsur da kimliklerini kaybederler. Burada öyle olmamış. Mesela Ağırlama diye bir parça var. Harika bir düzenleme. Kusursuz. Philip Catherine’in solosunu kaç kez dinlemişimdir bilmiyorum. Tasarlasan dahi bu kadar çarpıcı cümleler kuramazsın. Hala dinlerken hayret ediyorum. Bu denli hayret ettiğim sololardan biri de Bülent Ortaçgil’in Normal şarkısındaki Erkan Oğur solosu. Yazının konusu blues olmadığı için çok değinmeyeceğim ama şunu söylemeliyim: Yavuz Çetin ismi bu yılların popüler ismiydi. Ne kadar iyi blues çaldığı falan söylenirdi. Sanırım bir tek ben varamadım hikmetine. Normal denen şarkıdaki Erkan Oğur solosunu bu türün şahikası saymalı. Blues gitaristlerine sesleniyorum: Ezin, suyunu için. Erkan Oğur faslını birkaç sözle kapayalım. Erkan Oğur çok çalışkan, üretken ve yetenekli bir müzisyen. Hem halk müziği icra eder hem sanat müziği yapar. Özel biridir. Türk caz müziğine de bu albümüyle önemli bir katkı sağlamıştır. Bayrağı onun bıraktığı yerden devralan Cenk Erdoğan’a ileride değineceğim.
90’lar yeni bir kuşağın yetiştiğini de gösteriyor. Kamil Erdem, Senem Diyici, Sarp Maden, Çağlayan Yıldız, Oğuz Büyükberber, Mahmut Yalay, Önder Focan, Kerem Görsev... Bunlarla beraber başka isimler de çıktı fakat onlar eşlikçi oldukları için belki daha az duyuldular. Cem Aksel mesela. Türkiye’nin belki de en iyi caz davulcusudur bu adam. Kusursuz bir çalımı vardır. İmer Demirer’in bir albümü var: You, Me & Char. 2009’da çıktı. Orada Ti diye bir parça var. Bu davulu Türkiye’de Cem Aksel’den başka kimse çalamaz. Bu ülkedeki hangi caz müzisyenine dinletirseniz dinletin, davulu çalanın Cem Aksel olduğunu anlar. Groove dedikleri şey tam olarak budur işte. Sonra Can Kozlu var. O da çok iyi davulcudur. Volkan Öktem de bu yıllarda çıktı. Drummerworld’un top 500’üne girmiş tek davulcumuz. Olağanüstü bir yetenek. İleride biraz daha bahsederiz Volkan Öktem’den. Sonra üflemeli çalanlar var. Şenova Ülker, İmer Demirer, Hakan Çimenot, Çınar Apay, Levent Çoker, Emre Kayhan, Yahya Dai... Basçılardan İlkin Deniz, Mahmut Yalay, Volkan Hürsever, Oğuz Durukan, Gürol Ağırbaş, Raci Pişmişoğlu, Nurhat Şensesli, İsmail Soyberk... Basçılardan da ayrıca bahsedeceğim. Bu faslı kapamadan bir isimden daha bahsedeyim: İlhan Erşahin. Kerem Görsev’in de bir albümünde çalıyor. Ne enstrümanına hakim ne de bu müziği tanıyor. Sevimli bir insan olduğu için dostları gönlünü hoş tutuyor sanırım. 90’larda çıkan bir başka isim yeni faslın başlığı: Aydın Esen.
Aydın Esen iyi bir müzisyen. Bunu zaten herkes söylüyor ama bazen insanlarda şöyle bir kuşku oluyor: İyi mi hakikaten? Kerem Görsev ve Fazıl Sayla ilgili bilhassa çok kuşkulu oluyor görece amatör dinleyiciler. Popüler oldukları için sanırım. Ben de aynı kuşku içerisindeydim. Aydın Esen’in birkaç konserine gitmiş ve çok sıkılmıştım. Bu adamın nesi iyi müzisyen? Sonra uzun zaman dinlemeyi bıraktım. 5-6 sene önce aklıma geldi bir daha dinledim. İyiymiş. Geçen sene bir daha; bayağı iyiymiş. lafımın ne kadar kıymeti var bilmem ama Aydın Esen’in müzisyenliği konusunda kuşkuya düşen arkadaşlarım için tekrar söyleyeyim: Aydın Esen çok iyi bir müzisyendir. Dinlediniz ve beğenmediyseniz sorun sizde olmalı. Bir daha dinleyin.
İlk albümü 1989’da çıkıyor. Talihsiz bir isim ve kapak fotoğrafı seçimi. Sanki Ferdi Özbeğen albümü. Neyse buna takılmayalım. Davulda Can Kozlu, basta Peter Herbert var. Hemen herkes ilk albümünden utanır. Toy bulur kendini. Acaba Aydın Esen bu albüm için ne düşünüyor? Kusursuz bir çalım. 27 yaşında burada. Şimdi bakın Chick Corea ismini duymayan yoktur. Caz müziğinin en prestijli beyazıdır belki de bu herif. İlk albümünü çıkardığında o da 27 yaşındaydı: Tones for Joan’s Bones. Bas-davul-piyanodan oluşan bir trio. İki albümü peş peşe dinlediğinizde Aydın Esen’in Chick Corea’dan hiç aşağı kalmadığını göreceksiniz. Ki bana kalırsa ilk albümünde tutuktur Aydın Esen.
İkinci albümü bir sene sonra yapıyor: Pictures. Daha kalabalık bir ekip var. Müzik de epey farklı. Senkoplu, köşeli, geveze... Seveni var biliyorum ama hiç bana göre değil.
Üçüncü albüm 92’de Columbia’dan çıkıyor: Anadolu. Albümün kapağı bile şaheser. Açılış parçası insanın gırtlağına sarılan cinsten bir şey. Teknik, mizah anlayışı, cümle kurma yeteneği ,düşünme hızı, kendi kendiyle atışması vs. olağanüstü bir icra. Paul Bley’in bir albümü var: Hands On. Onu dinlerken de aynı şeyleri hissediyorum. Bunun daha ilerisinde ne olabilir ki diye düşünürdüm Aydın Esen’in albümünü dinlerken. 98’de kaydettiği Timescape bir cevaptır. Sol elini kullanımında bariz bir farklılık var. Speak Without Words’te daha net anlaşılıyor. Steve Smith iyi bir davulcudur ama kesinlikle yakalayamıyor Aydın Esen’i. Bütün albümü herifin peşinden koşmakla geçirmiş belli.
2001’de Living’i kaydetti. Davulu Vinnie Colaiuta çalıyor, basta da Miroslav Vitous var. Colaiuta, Volkan Öktem’den daha fazla albümde çalan tek davulcu olabilir. Adam Zappa’ya da çaldı, Chick Corea’ya da; Sting’e de çaldı Tori Amos’a da. Çok büyük davulcudur. Living ile Timescape’i kıyasladığınızda farkı görürsünüz.
2005’te Flashpoint çıktı. Dave Weckl albümü gibi açılıyor. Basta Anthony Jackson, saksofonda David Liebman var. Anadolu albümünde de aynı ekip vardı. Caz pornosu gibi. Beyazların (Anthony Jackson’u tenzih ederim) ufak tefek şımarıklıkları. Speak Without Words parçasını dinleyin. Aynı parça Timescape albümünde de vardı. Kıyas yapabilmemiz için iyi bir fırsat bu. Hatta bir de Kai Eckhardt’ın albümünden (Honour Simplicity, Respect the Flow) dinleyin. Üçünü kıyaslayıp Timescape versiyonunu seçmeyecek var mı? Bu kıyasta en göze çarpan şey Flashpoint versiyonundaki dinamik eksikliği. Herkesin tuşesi yüksek ve nadiren hafif yumuşuyor. Doruk yok. Hatta engebe bile yok. Fakat Timescape versiyonunda parçanın yer yer tırmandığını ve sonda da çözüldüğünü duyarsın. Bu doruk – engebe meselesine ileride tekrar döneceğim. Önemli.
2006 Light Years. Arman Ratip’in hayal ettiği uzay müziği bu olsa gerek. Açılış parçası Multiverse. 20 küsur dakika. Doğa da bitti ne yapacağız diye düşünürken bulmuş olmalı bu cevheri. Dev bir orkestra için yazılmış parçayı elektroniklerle seslendirmiş. Bülent Arel duysa alnından öperdi herhalde. Bizim konservatuarlarda müzik analiz dersleri ne ciddiyetle yapılıyor bilmiyorum ama biri çıksa da şu parçanın analizine kafa yorsa keşke. Analizi zor bir müzik. Dinleyen pek çok kişi bunu saçmalık olarak görecek eminim. Bir zamanlar ben de böyle düşünüyordum. Neden peki? Yani şunu soruyorum: Neden çok önem atfedilen bazı sanat eserlerinin değerinden kuşku duyarız?
Edebiyat üzerinden düşünelim bu kez. İnce Memed yahut Kayıp Zamanın İzinde için bu kuşkuyu çok az kişi duyar. Peki Perec’in Kayboluş’u, Faulkner’in Abşalom Abşalom’u hatta Ulysses için durum hiç böyle değildir. Pek çok iyi okur bu kitapları okuyup, ‘başkalarının’ gördüğü hikmeti kendisinin göremediğini düşünür. Kimi zaman cesur davranır ve “yahu bi boka benzemiyor bunlar” der kimi zaman da pısar ve “herhalde ben anlamadım” der. Aklıma gelen ilk izah şu oluyor; bazı eserler zamanının ötesindedir. Bu eserlerin yaratıcıları kendi kuşakları için yüktür. Anlaşılmazlar ancak zaman geçince hazmedilir ve kabul görürler. Stravinski Bahar Ayini’nin ilk seslendirdiğinde yuhalanmış, tartaklanmıştı. Aradan 20 sene bile geçmedi başyapıt ilan edildi. Bu izah akla yatkın duruyor ama bence yeterli değil. Bizi kuşkuya düşüren şey eserin yorumlanmaya müsait oluşu. Evet. Ne demek istiyorum? Kimse Proust okuyup, Proust şunu demek istiyor falan demez. Proust’u yorumlamak saçma bir iştir. Adorno (bu herifi de hiç sevmem) çok güzel bir şey diyor Proust ile ilgili: "Proust nazikti; kendini yazardan daha zeki sanma mahcubiyetinden kurtarıyordu okuru." Aynı şeyi Yaşar Kemal için de söyleyebiliriz. İnce Memed’in teknik açıdan falan analizi yapılır belki bilemem ama yazar şunu demek istiyor vs. gibi konuşmaz kimse bu roman hakkında. Yoruma yer yoktur. Fakat Abşalom Abşalom böyle midir? Okumasanız bile açıp yorumlara göz atın. Herkes başka bir şey anlamış. Ben dahil pek çok okur da hiçbir şey anlamamış. Burada sanatçı ürünün önüne geçiyor. Yani Abşalom Abşalom’u Faulkner değil de Murat Menteş yazsa kimse okumazdı. Daha doğrusu okusa da anlamaya gayret etmezdi. Murat Menteş’in böyle bir kredisi yok çünkü. Şimdi Aydın Esen’e geliyoruz; Multiverse’ü Aydın Esen değil de Akın Sevgör yapsa ne düşünürdüm? İlkinde anlamadıysam bırakırdım dinlemeyi. İkinci kez şans vermezdim. Saçmalık derdim. Fakat Aydın Esen’in heybesinin ne kadar dolu olduğunu biliyorum, biliyoruz; bu yüzden onun müziğini anlamak için çaba gösteririm. Bakın burada hiyerarşinin ve ön yargının önemini görüyoruz. Bizim yerimize bizden evvel birileri (Kim bu birileri? Downbeat mesela, Jazz magazine mesela... ya da Chick Corea... Müzik otoriteleri yani. Otorite dediğin şey de hiyerarşinin üst basamağında oluyor) Aydın Esen’i dinlemiş ve takdir etmiş. Her zaman doğru değerlendiremeyebilirler fakat çoğunlukla isabetli değer biçerler. Bunca lafı niye etim? Uzadı biliyorum ama çok önemli bir yere geleceğiz; günümüzde pek çok eser yorumlanmaya fazlasıyla müsait. Sırf bu yüzden sanat zannediliyor. Duvara bantlanan muz, Gülçin Aksoy’un saçmalıkları (BDSM Hilal’in nasıl yorumladığını hatırlayın, Islak Köpek, Takashi Murakami, Marina Abramoviç vs... Mesela Gülçin Aksoy’un ‘A’ isimli sergisi. Duvara A harfi asmış. Sergilediği şeylerden biri bu. A harfi. Hiçbir şey anlatmıyor değil mi? Ucu açık. Kim ne anlarsa? Mesela BDSM Hilal buna bakıp Adem’in yaratılışını, kadının sonradan türetildiğini, kadının yok sayıldığını falan anlamış. Gülçin Aksoy’u kim takdir etmiş? Eşi dostu dışında kimse. İngiltere’de, Almanya’da, Avusturya’da falan sergileri olmuş. İllaki üç-beş oralı eleştirmen ziyaret etmiştir. Kimse tek laf etmemiş. Yok. Ne yapmış Gülçin Aksoy? Yorumlanmaya müsait bomboş bir iş yapmış dolayısıyla beğenmedim dediğinde kendisi yahut müridleri “anlamamışsın” der sıyrılırlar işin içinden. Eleştiremezsin bile. İzin vermezler anlamında söylemiyorum, bunun mümkün olmadığını söylüyorum. Aksi örnek olarak da Philip Glass’ı ele alalım. İyi eğitimli bir adam. bazı müzik otoritelerince de takdir edilmiş. Hatta büyük müzik eleştirmeni Virgil Thomson, bu adamı American Academy of Arts and Letters’a sokmak için kendini paraladı. Hayatını buna adadı maalesef. Thomson öldükten 14 sene sonra gönülsüz gönülsüz aldılar herifi akademiye. Ama Ned Rorem, İlhan Mimaroğlu, Jan Swafford gibi çok büyük eleştirmenler bu adamın şarlatan olduğunu bas bas bağırdılar. Yaptığı işi beğenmemek başka sahtekarlıkla suçlamak başka. Öfkenin nedenini anlatabildim umarım. Philip Glass ortaya yorumlanmaya müsait boş, yüzeysel, kolay bir şey koyuyor ve işin büyük kısmını dinleyiciye bırakıyor. Umar peşinde. The New Yorker’da Ethan Smith’in bu herifi çok iyi tahlil eden bir yazısı vardı. Başlığı: Is Glass Half Empty? Yani hiyerarşi ve ön yargılar önemlidir ancak tek kıstas olamazlar. Bazen hiç beklemediğiniz kişiler en isabetli tespiti yaparlar. Southpark’ın bir bölümünde (Mr. Hankey’nin ilk kez göründüğü bölüm) okul piyesi için müzik yapıyor Philip Glass. Çalmaya başlıyor şarkıyı ve 20 saniye sonra papaz feryat ediyor: “This is the most awful piece of shit i have ever seen". Ne kadar isabetli bir yorum.
Light Years ile ilgili bir-iki kelam daha lazım. Albümde formu en belirgin olan parça Receptive Field sanırım. Albümü anlamak isteyenlere bu parçayla başlamalarını öneririm. Dinlerken şunu hayal edin; bu rastgele dökülüyor gibi duran sesler birbirleriyle uyumlu olsalar nasıl olurdu? Uyumdan kastım disonans - konsonans. Klasik armonide x sesi ile ondan 5 yarım ses kadar tiz olan y sesi uyumludur mesela. Konsonanttır bu sesler. Ama x ile ondan 1 yarım ses kadar tiz olan z sesi uyumsudur. Disonanttır. İşte sesler böyle yan yana gelerek uyumlu yahut uyumsuz cümleler oluşturabilirler. Bu klasik armoni teorisi 19. yüzyılın sonunda büyük değişikliğe uğradı. 12 ton müziği diye bir şey çıktı mesela. Onun ne olduğunu boş verin sadece klasik manada uyumlu ve uyumsuz kabul edilen sesler olduğunu bilmek yeterli şimdilik. Hakikaten uyumsuz sesleri üst üste basarsanız kulak tırmalar. Bir şekilde uyumlu sayılan seslerde bu rahatsızlığı duymayız. Niye? Bilmiyorum. Kültürel de olabilir biyolojik de olabilir. 19. yüzyıl sonunda hızlıca değişen şeylerden biri uyum ve güzellik arayışından sapmadır. Güzellik sanatın konusu, amacı, silahı olmaktan çıkmıştır. Sanat felsefesinde sıkıcı bir şekilde tartışılır güzellik nedir vs. biz hiç didiklemeyelim ama tartışma hangi iki kutup arasındadır onu bilelim. Doğada güzellik var mıdır? Bu soruya verilen cevap belirliyor tartışmanın akıbetini. Romantikler var diyor. Ben o kanaatte değilim. Doğa kabadır, vahşidir vs... Güzellik insanın yarattığı bir şeydir. Doğa karşısındaki silahıdır. Ne oldu da güzellik sanatın nesnesi, amacı olmaktan çıktı? Bence sebep yer kalmaması. Her yer ekilmiş, bellenmiş, sürülmüş sanki. Yani müzik artık Beethoven’in akşam gezmesi olarak kalamaz. Müzik 20. yüzyılda su kanalı açmak, evrak işiyle uğraşmak, hesap yapmak gibidir. 21. yüzyılda hem alan hem zaman daha da daraldı. Schoenberg’e, Varese’ye kayalık, killi, çorak topraklar kaldı. Gün batımını tarif edemezlerdi artık. Bilmiyorum anlatabildim mi? Aydın Esen’in Receptive Field’ındaki ‘uyumsuz’ sesleri bu gözle değerlendirin. Betonlar arasında, Allahın belası bir zeminde yeşertilmeye çalışılmış bu müzik. Bu uyumsuz sesleri uyumlu hale getirseydik (mesela tamamen natürel seslerden oluşsaydı tüm parça) basbayağı 17. yüzyılda yazılmış bir sonat dinlerdik belki. Gerçekten öyle. Bu faslı da böyle kapayalım ve 2000’lere gelelim.