2000-2010 arasında epey caz albümü çıktı ülkede. Hepsini saymak zor. Bir kısmından kısa kısa bahsedeyim.
Yavuz Akyazıcı. Gitarist. İlk albümümün ismi Gamzelim. İsmi buysa içeriği ne olabilir ki zaten? Vakit kaybı. Saksofonda Eric Person var. Dave Holland ile falan da çalmış. Şaşılacak şey. Tüm albüm detone çalıyor neredeyse. Yavuz Akyazıcı sonradan da albümler yaptı. Türkçe pop-rock parçalarını jazzy hale getirdi falan. Eğlencelik, çıtır çerez şeyler. Asansör müziği.
Umut Çağlar. Konstrukt, re:konstrukt isimleriyle serbest doğaçlama yapıyor. Bir sürü albümde çalıyorlar. Şevket Akıncı dahil oluyor bazen. Bu ekibi ayrıca değerlendirmek gerek. Free jazz etiketiyle çıkan az kişi var; Volkan Terzioğlu, Hüseyin Ertunç, Doğan Doğusel, Oğuz Büyükberber, Alper Maral, Tolga Tüzün, Demirhan Baylan, Korhan Erel...İleride bir yerde konuşuruz.
Habbecik – An Meselesi (2001). Levent Altındağ’ın Ballad for Datça’daki solosu enteresan. Onun dışında vasatın altında bir fusion müziği. Basta Eylem Pelit var.
Cengiz Baysal – Yıldızların Üstünde (2003), Candy and Milkshake (2006) . Berklee mezunudur. Çok yetenekli bir davulcu fakat albümlerde yeni bir şey yok. İcra için de bestecilik için de söyleyebilirim bunu. “Öğrendiklerimizi pekiştirelim” albümü.
Önder Focan – 36mm Biometric (2009). Ülke cazı için yeni bir girişim sayılır. Kusursuz teknik, iyi orkestrasyon, gösterişsiz icra. Davulda Ediz Hafızoğlu, tenor saksofonda Engin Recepoğulları var. Daha evvel söylediğim gibi “solo kısmı gelse de dinlesek” yerine “solo bitse de gitsek” havasında geçiyor. Müzisyenlerde dinleyiciyi sürükleyecek ustalık yok. Bir tek Önder Focan’ı dışarıda tutayım. Bu albümdeki soloları hakikaten çok başarılı. Canlı da dinledim ekibi, adamın tek bir falsosu yok ama yine de sevemiyorum. Bunu nasıl anlatmalı bilmem. Bana ne kadar dil dökse, gerdan kırsa da tavlayamaz. Tipim değil. Bunun gibi bir şey. Ediz Hafızoğlu ile de ilgili birkaç kelam edeyim. Çok maharetli adam, çok da iyi bir davulcu ama iyi bir caz davulcusu değil.
Cem Nasuhoğlu – Yolculuk (2005). Çok şeker adamdır Cem Nasuhoğlu. Ne sinirlendiğini gördüm ne kahkaha attığını. Albüm de aynen öyle işte. Bu albümü kaydetmemiş olsaydı müziğimizde hiçbir şey değişmezdi. Bu şunun gibi; yazarlar bir metni yazdıktan sonra bazı kelimeleri çıkarır ve metni tekrar okurlarmış. Anlam bozulmuyorsa o kelimeleri silerlermiş. Bilmem anlatabildim mi?
Emre Kartari – Perpetual Anxiety (2004) ve Emre Kartari Quartet (2006). Canavar gibi iki albüm. Bestecilik de icra da şahane. Kendi üslubu olan, groove sahibi, müthiş bir davulcu Emre Kartari. Ankara’da olduğu için mi Cengiz Baysal, Ferit Odman vs. kadar göz önünde değil bilmiyorum. Cem Aksel’in veliahtı olabilecek tek isim bana kalırsa. Bir ara Hammond Trio diye bir grubu vardı. Scofield’ın Trio Beyond’una yakın soundları vardı. Şahane işti.
İlkin Deniz Trio – Old Scholl Jazz Standards (2007). Gereksiz bir albüm. Standartları dinlemek isteyen açar dinler zaten. Sen bunu kaydediyorsan “bir de benden dinleyin” gibi bir iddian olmalı. İlkin Deniz bu iddianın altından kalkabilecek yetenekte bir müzisyen değil. Piyanoda Serkan Özyılmazel var. Vasat bir performans. İmer Demirer elinden geleni yapmış.
Selen Gülün - Just About Jazz Live (2005), Sürprizler (2006), Answers (2006), Solo (2009). Sürprizler albümünü dışarıda tutalım. Utanç vesikası bir iş. Berbat besteler. Dinlerken sonuna kadar sabredemeyeceğinize eminim. Uzun uzun yerebilirim bu albümü. Bülent Ortaçgil’den miras kalan bu mıymıntı müziği sürdürmenin ne alemi var bilmiyorum. Birsen Tezer’i, Jehan Babur’ü falan başımıza musallat etti. Neyse. Just About Jazz Live sıradan bir albüm. İyi niyetli bir iş. Koca bir ekip toplanmışlar. Kayıt için falan da titizlenmişler. Ben ‘Solo’ albümüyle ilgili yazmak istiyorum. Tek başına albüm kaydetmek kolay iş değil. Konser vermek hele daha da bela. Gözü pek davranmış ama aynı gözü pekliği icraya yansıtamamış. Kötü bir müzisyen değil asla ama kalkıştığı işi kotaracak sıklette de değil. O da Aydın Esen ve Chick Corea gibi 27 yaşında kaydetmiş albümü. Aydın Esen’in ilk albümündeki icra ile Selen Gülün’ün bu albümdeki icrası kıyaslanabilir mi? Asla. Kabul, çarpıcı yerler var bazı bazı ama bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnenmez.
Şimdi Tolga Tüzün’den bahsedeceğim. Bildiğim kadarıyla ilk albümü Nix. 2000’de çıkmış. Hiç fena albüm değil bana kalırsa. Hele Ballad No1 ’deki üflemeli düzenlemesi şahane. Süleyman’ın Sarayında Bir Gece de fena beste değil. Neyse bu albümü geçelim şimdi. 2009’da Periphery’i çıkardı. Caz başlığı altında incelemek olmaz o yüzden geçiyorum. 2017’deki albümü Multiple Wounds’tan bahsedeceğim. 2010’dan taştık biliyorum. Bu bir istisna olsun. Solo piyano albümü. Kırkını devirmiş, deneyimli bir müzisyen artık burada. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Ben bu albümü severim. Lazım bir albüm bu. Tolga Tüzünle ilgili müstehzi şeyler yazdım, hatırlıyorum. Arkasındayım da. Şimdi efendim bu albüm niçin lazım evvela onu açıklayayım. Lazım çünkü artık ıı-v-ı cazı kalmadı. Baydı. İlla ıı-v-ı falan çalacaksan Coltrane olman lazım, aşağısı kesmez. Demode bir üslup bu artık. Ne demek istediğimi biraz daha açayım. Mesela İhsan Oktay Anar roman yazıyor. İyi bir yazar olduğu söyleniyor. Ben okudum bir-iki kitabını. Sevdim de. Adam demode bir dille yazıyor değil mi? Seçtiği kelimeler vs. fakat bu bir üslup. Yani şimdi İhsan Oktay Anar ile Halit Ziya Uşaklıgil benziyorlar mı birbirlerine? Yahut Halit Ziya’yı taklit ettiğini söyleyebilir miyiz? Tolga Tüzün zamanının dilini konuşuyor. Selen Gülün de çat pat bile olsa konuşuyor. Bu önemli. Bu dili konuşamıyorsan zaten şansın çok az. Ama dili konuşmak yetmiyor. Türkiye için önemli müzisyen olabilirsin belki ama dünyada duyulman zor olur. Dünyada iki türlü caz var şu an. Amerikan cazı ve Avrupa cazı. İkincisinin caz olduğundan şüphem var ama kesinlikle bir sanat müziğidir. Her neyse. Bizim kaç müzisyenimiz girebiliyor ya da girmiş bu lige? Sayı asla 10 değildir. Okay Temiz, Aydın Esen. Bu kadar. Timuçin Şahin, Oğuz Büyükberber, Can Kozlu da ucundan kıyısından giriyor diyelim haydi. Bir de nasıl bu ligde olmaz diye şaşırdıklarımız var: Volkan Öktem, Cem Aksel, Nurhat Şensesli. Nurhat Şensesli ile ilgili yazacağım ileride. Selen Gülün veya Tolga Tüzün istemez mi albümü Blue Note’dan çıksın? Mesela saksofonu Joe Lovano, davulu Brian Blade çalsın istemezler mi? İlk kuşaktan Okay Temiz, ikinci kuşaktan Aydın Esen çıktı. Bunlar üçüncü kuşak. Geçebilecekler mi Aydın Esen’i? Sanmıyorum. Yetişmeleri çok zor. Bu bir yarış değil falan goygoyunu bir tarafa bırakalım. Sanatçı selefiyle yarış halindedir. Öyle olmak zorundadır. Şimdi Tolga Tüzün’ün albümüne tekrar döneyim. Lazım bir albüm demiştim. Hakikaten çok iyi cümleler, heyecanlı yerler var ama Aydın Esen’i dinlerken hissettiğiniz şey yok. Light Years albümünün ikinci parçasını bir açın lütfen: Sea Garden. Bu nasıl bir icradır ya? Lütfen saygısızlık olarak görmeyin ama Aydın Esen bayağı sikini sallaya sallaya üzerimize gelen bir deli gibi. 10’10’’ ile 10’50’’ arasını dikkatle dinleyin. Adamın pedal kullanımı bile delice. Aydın Esen’i dinlerken piyanonun vurmalı bir çalgı olduğunu anlıyorsun. İcra niçin bu kadar önemli bu müzikte? Sonraki bölüm icranın önemini konuşacağız.
Şair ve ozanın farkı nedir? Etimolojileri ipucu veriyor. Şair “özel bir anlama yeteneğine sahip olan, şiir yapan” kişiymiş. Ozan ise lafazan manasında kullanılırken sonradan şair yerine kullanılır olmuş. Ama biliyoruz ki aralarında bir fark var. Hatta bunu Türkçe konuşan herkes bilir belki. Ozanlık, aşıklık spontanlıkla ilintilidir. Şairden böyle bir hüner bekleyen var mı? Şair tasarlar. Ozan ise ilham beklemez, her an hazırdır. Avrupa’nın sanat müziğini şairliğe benzetebiliriz. yazılı kaynağa dayanır. Tasarlamak gerekir. Doğaçlamaya neredeyse hiç yer yoktur. Amerika’nın sanat müziğini ise ozanlığa benzetebiliriz. Belki orada da tasarı vardır ama bu daha çok tema belirlemek gibidir. Aslolan doğaçlamadır, icradır. Kimse Şostakoviç’ten iyi bir piyanist olmasını beklemez. Ha olabilir o ayrı. Hindemith çok usta bir müzisyendi mesela. Fakat cazda böyle bir şey olamaz. Virtüöz olmayan bir caz efsanesi var mı?
Konumuzla çok alakası yok ama yeri gelmişken söyleyeyim. Halk müziği ve sanat müziği ayrımından bahsetmiştim. Halk müziğinin edebiyattaki karşılığı belki şiir olabilir. Elbette şiirle farklılığı çok fazla. Bir şeyin sanat olabilmesi için değişiklik göstermesi gerektiğini yazmıştım. Şiir hiç şüphe yok ki pek çok değişiklik göstermiştir. Fakat bir de halk şiiri diye bir şey var biliyorsunuz. Kul Himmet var mesela. Bakın yazdıklarına. Sonra da Şeref Taşlıova’ya bakın. Tanımıyorsanız da muhakkak tanıyın Şeref Taşlıova’yı. Bu isimleri bilmek ve anlama gayretiyle dinlemek iyi dinleyici olmak isteyenin sorumluluğudur. Bakın bu iki isim arasında 400 küsur sene var. Neredeyse aynı dil. Divan şiiri ise böyle değildir. O yüzden belki halk müziğini halk şiirine benzetmek daha doğru olur. Nedir benzeyen şey? Şiiri İngilizce’ye tercüme ettiğinizde ortaya peksimet gibi kupkuru bir şey çıkacaktır:
gül yârim oturmuş zerbap üstüne
hiç bakmıyor yaranına, dostuna
yaz gelende çayır, çimen üstüne
yâr bade doldurur, elleri sarhoş
my rosy one sits on a cloth of gold
she keeps her shy eyes from her friends
when summer comes, on grass and meadow
she pours out wine, her hands are drunk
İcra faslını şimdilik burada bırakıyorum ve kompozisyona geliyorum. Kompozisyon yani tasarı. Her doğaçlama da bir tasarıdır. Bu da kenarda dursun. Tamamen tasarısız çalabilmenin ne kadar zor olduğundan bahsetmiştim. Meditasyon örneğini vermiştim. Aydın Esen’den bahsederken Flashpoint albümünde doruk olmadığından bahsetmiş ve doruk meselesinin önemli olduğunu, değineceğimi söylemiştim. Şimdi sırası geldi. Doruk bir Batı icadıdır. Paglia’nın tezidir bu. Freud da benzer şeyler söyler. Ne diyorlar yani? Trajediden örnek vereyim. Trajediler biliyorsunuz erkeklerin yükseliş ve düşüşlerini anlatan kurgulardır. “...yenilginin dişleri arasından zaferi çekip almak için uydurulmuş bir oyun” der Paglia. Ve evet erkekleri anlatır. Trajedide kadına yer yoktur. Olsa olsa yardımcı oyuncudur. Trajedi zaten doğaya karşı verilen savaştır. Kadın da doğayla özdeşleştirildiğine göre trajedide kadına yer verilmemesi normal. İşte erkek birtakım sınavlar verir, zorluklarla karşılaşır, canavarları öldürür vesaire vesaire, ondan sonra da ölür. Batının müziği de böyledir. Şimdi Türk müziğini düşünün. Batıya daha az bulaşmış olanını yani Türk sanat müziğini düşünelim. Hemen hemen hiç dinamik yoktur. Metronom yavaşlayabilir ya da hızlanabilir; ritim değişebilir ama tuşede değişiklik neredeyse yoktur. Kompozisyonda bir düğüm ya da doruk yoktur zaten. Hint müziği de böyledir. Hatta Endonezya’nın müziği bile böyledir: Gamelan. Üzerinde düşünülmesi gereken fevkalade önemli bir mesele bu. Eğer caz ya da klasik müzikle uğraşacaksan kompozisyona kafa yormalısın. Doruk yerine engebe inşa edersen tökezlemeye sebep olursun. Şimdiye kadar batı müziği seslere, seslerin birbirleriyle ilişkilerine, ritme, teknolojiye kafa yordu. Kompozisyon üzerine etraflıca kafa yoran çok çıkmadı.
Bu bölümü Oğuz Büyükberber ile bitireceğim. 2000’de Velvele, 2003’te Quintet, 2009’da Ara’yı çıkardı. Bir kısmını sululuk olarak görsem de genelde dinlemesi zor şeyler üretti hep. Anlamak için çok cebelleşmek gerekiyor. Çok uğraşmadım ve genelde vazgeçtim. Fakat şunu kabul etmek gerek ki adam çok iyi bir icracı. Klarnet, hele ki bas klarnet cazda hâlâ bakir bir saha. Pek çalanı yok. Oğuz Büyükberber bu çalgının ustası kabul edilenlerin hepsiyle yarışabilecek yetenektedir. 2018’de Marc Sinan ile bir albüm çıkardılar: White. ECM’den. ECM’den albüm çıkarmak az buz iş değil. Üstelik Downbeat 5 üzerinden 4,5 vermiş. Oğuz Büyükberber daha çok dinlenmeli, cesaretlendirilmeli, desteklenmeli.
Bu bölümü caz gitaristlerine ve basçılara ayıracağım. İlk akla gelen caz gitaristlerini sayalım; Kamil Özler, Neşet Ruacan, Önder Focan, Sarp Maden, Onur Türkmen, Şevket Akıncı, Cem Nasuhoğlu, Rene Macaroğlu... Memlekette gitaristten bol şey yok ama ne yazık ki hiçbiri Amerika ve Avrupa’daki akranlarıyla yarışacak düzeyde değiller. Önder Focan ve Sarp Maden teknik olarak diğerlerinden öndedir. Fakat müzikal anlamda yahut fikir olarak yeni bir şey katamadılar. Bu saydığım isimlerin albümlerinden tek tek bahsetmeyeceğim. Hemen hemen benzer çizgideler. Sadece birini kenara ayıralım: Timuçin Şahin. Timuçin Şahin icra, bestecilik ve fikren Türkiye'deki en iyi gitaristtir. Beş albümü var: The Unexpected (2001), Slick Road (2003), Window for My Breath (2005), Bafa (2008), Nothing Bad Can Happen (2017). Hepsi şahane ve hepsi özgün işler. Bu adamın albümleri nasıl olur da ECM’den, Atlantic’ten falan çıkmaz anlayamıyorum. Atlantic 2000’de Mike Stern’ün albümlerini basıyordu. Prestij müzik olsam yine basmam. Timuçin Şahin her albümde kendisini geçmeyi başarabilmiştir ki bu gerçekten çok zor iştir. Thatcher bile 11 sene sürdürebildi bu istikrarı. Bravo. 2005 albümü bilhassa enfestir. Basta Kai Eckhardt, davulda Owen Hart Jr. diye biri var. Owen Hart ismini hiç duymamıştım daha evvel. Albüm çıktığında konsere gittim de orada gördüm. Olağanüstü bir iletişim var üçü arasında. Ağzım açık dinledim tüm konseri. Bence son 20 yılın en iyi 10 gitar albümü arasına girer. Ciddiyim. 2008’deki albümde de Thomas Morgan çalıyordu bası. Bakın Thomas Morgan en son Bill Frisell’e eşlik etti. Bill Frisell’in müziği kolay bir müziktir ama bas eşliği gerçekten çok zordur. Elini nereye koyacağını bilememek gibi. Hep cebine sokmak istersin ama tuhaf durur. Arar durursun. Timuçin Şahin’in müziği tam tersi. Hiç boşluk yok. Bu kalabalıkta kendine nasıl yer açmış hayret. Ustalık budur.
Basçılardan bahsedelim. Kamil Erdem, Gürol Ağırbaş, İlkin Deniz, Volkan Hürsever, Ozan Musluoğlu, Alp Ersönmez, Eylem Pelit, Alper Yılmaz, İsmail Soyberk, Nurhat Şensesli, Murat Ejder, Selçuk Karaman, Kerem Tüzün vs... Atladığım olabilir. Hiçbiri Amerika’daki akranlarıyla yarışabilecek düzeyde değillerdir. Kamil Erdem’i besteci olarak kabul ediyorum ve kenara ayırıyorum. Ve gariptir 90 sonrası bas meşhur oldu bizde. Solo bas albümleri falan çıktı. Kamil Erdem yaptı, Gürol Ağırbaş üç tane kaydetti vs. Değersiz işlerdi. Alp Ersönmez yetenekli bir adamdır fakat caz müzisyeni değildir. Funk çalıyor. İçlerinde sakil duran bir isim var: Nurhat Şensesli. Caz müzisyeni sayamayız kabul fakat adamda öyle bir yetenek var ki her kalıba girebiliyor. İnanılmaz bir şey. Carles Benavent diye bir adam vardır. İspanyol. Chick Corea dışında kayda değer hiçbir caz müzisyeninin albümünde çalmadı. Paco de Lucia’nın hemen her albümünde vardır. Nurhat Şensesli’nin icrası bu adama çok benziyor. Vicente Amigo’nun baslarını Ewen Vernal diye bir adam çalıyor. Kimin torpillisidir bilmiyorum ama uzun zamandır bu kadar kötü basçıya rastlamadım. Nurhat Şensesli Vicente ile çalışsaydı tüm dünyaya duyururdu ismini. Bu adamın hala Buray’a falan çalıyor olması haksızlık. Bas faslını da burada kapayalım ve 2010 sonrası duyduğumuz gitaristlere bakalım.
Bilal Karaman’dan bahsedeyim ilkin. Müzikal anlamda söylediği hiçbir şey yok fakat müthiş bir tekniği var. Hiç hata yapmıyor. Anormal bir yetenek fakat susmaya tahammülü yok. Bu yüzden de geveze bir müzik çalıyor. Sideman olamayacak biri.
Cenk Erdoğan. Sanıyorum teknik olarak Cenk ile yarışabilecek hiçbir gitarist yok şu an ülkede. Dünyada da takdir gören bir icracılığı var. Bunun tartışılacak yanı yok. Fakat sadece iyi bir işçi. Asla yenileyici olamaz. Hatta bir yineleyici olarak da başarısız çünkü yinelediği müzik 20 sene öncede kaldı. Öldü o dil. Çerçevesi keskin, yürüyüşü belli, armoni belli... Çok çok kötü bir müzik.
Şevket Akıncı. Ne besteciliği ne de icracılığı yeterli. Serbest doğaçlama çalıyor ekseriyetle ve ben peşinden birilerini sürükleyebildiğini görmedim. Yani kaç gitarist Şevket Akıncı’yı dinleyip onun gibi çalmaya öykünmüştür ki? Misyonunda da başarısız. Kastenfaul’ü duydunuz mu? Davul (Ozan Aktuna) ve saksofon (Ali Onur Olgun). Amatörler ama serbest doğaçlama olayını daha iyi kavramışlar bence.
Eylül Biçer, Cansun Küçüktürk, Bakış Üstün, Giray Gürkal, Burak Kaya, Bora Çeliker...Önemli ürünler veremediler.
Efe Demiral’dan bahsedeyim. İki albüm yaptı. İlkini taslak gibi görüyorum, değerlendirme dışı. İkincisi (Uyku Pansiyon) tam bir Avrupa cazı. İcracılığı zayıf ama besteciliği gayet iyi. Çok titiz bir iş çıkarmış.
Bora Çeliker iki albüm yaptı. Borabook ve Tersyüz. Hepsi şahane albümler. Gitarın esas adam olduğu albümler son derece vasat bizde. Sarp Maden'inkiler buna örnek. Gitar ne kadar geri planda kalırsa albüm o kadar iyi olmuş genelde. Efe Demiral'ın Uyku Pansiyon'u da buna örnek. Fakat Bora Çeliker bir istisna. Çok iyi gitar albümü yapmıştır. Belki çok yenilikçi değil ama köhne bir dil de konuşmuyor. Tekniği vs. bir tarafa mizah duygusu var adamda. Burak Bedikyan'dan vazgeçmemesi de çok isabetli karar. İletişimleri çok akıcı. Aynı dili konuşuyorlar. Canlı izlemek büyük zevk.
Bir de Haşmet Asilkan ismiyle albüm yayınlayan Fatih Vural var: Paul Motian Song Book. Belli ki adamın işi bu değil. “Madem kimsenin yapacağı yok ben yapayım bari” demiş sanırım. Paul Motian büyük bestecidir. İyi olmuş bu albümü yaptığı ama dediğim gibi gitarist olarak görmemek gerek Fatih’i. Amel defteri kapalı o yüzden.