Mayıs 2017 yılında dolaşıma giren bir etiket var: Üçüncü Yeniler. Edebiyat tarihindeki birinci yeni, ikinci yeni lafzına atfen verilmiş bir isim. Hepinizin malumu, bunların yazdıkları tatsız tuzsuz, kurala kaideye uymayan, başıbozuk, darmadağınık şeyler olarak görüldü, küçümsendi. Vezni, ölçüyü hatta dilbilgisi kurallarını falan bile boş veren bu kural tanımaz hergeleler, çok sonra edebiyat severlerin takdirine şayan oldular. Bu da malumunuz. Neyin kavgasıydı peki o? Eskiyle yeni, köhneyle tazenin kavgası mı? Kuşak çatışması mı? 19. yüzyılın sonlarına doğru bir edebiyat akımı doğar: Edebiyat-ı Cedide. Bu, onların kendilerine verdikleri isim. Onlar dediğim de Tevfik Fikret, Süleyman Nazif, Halit Ziya falan. Kendilerini yeni saydıklarına göre diğerlerini eski buluyor olmalılar. Fakat bu iki hizip arasında ciddi bir yaş farkı yoktur. Olsun olsun 10-20 yıl. Fark, görüşlerindedir. Bir taraf muhafazakar, gelenekçi; öteki taraf akılcı, ilerlemeci, Batıcı. Biraz da burnu büyük tipler. Konuştukları lisanı avam anlayamazmışmış, efendim onlar havas lisanı konuşurlarmışmış. Ahmet Mithat Efendi, Edebiyat-ı Cedide’nin lisanını istihkar etmek içün, mukallitlik ederek şöyle yazar:
“Harhara-i meakırdan bir havf-i ezrak ile müstehif olanlar per ü bâli küşade bir merkeb-i randebada maddiyet-i beşeriyeleri bârını ihmalden isticnab etmelidirler.”
Hiçbir manaya gelmeyen laf kalabalığı. “Diringen matrisin monden keyfiyeti, vulgar bir devinimin katarsisiyle tebarüz ediyor…” gibi bir şey.
Ya da mesela Alman Edebiyatı’nda Sturm und Drang akımı vardır 18. yüzyıl sonunda. Bunlar aufklarung denen Alman aydınlanmacılığına sırt çeviren şövalye ruhlu, taşkın, romantik tiplerdir. Diğer hiziple aralarında kuşak farkı yoktur. Garip Akımı’nı nedense yıllarca eskiyle yeninin çekişmesi gibi belledim. Alakası yok. Mesela Garip Akımı’nın karşı hizbinde olan isimlerden biri Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet, birinci yeniler ile aynı kuşaktandır ve o da kendinden öncekilerden farklı bir üslup edinmiştir. Fakat Nazım Hikmet’in şiirine dil uzatanı, burun kıvıranı ben duymadım. Çünkü Nazım Hikmet fevkaladeyi yaratmanın başka bir yolunu arıyordu ama niyeti kendinden evvelkiler gibi fevkaladeyi yaratmaktı. Birinci yeniler ise bu çabaya sırtını dönmüş, aleladenin anlatılmasını iş edinmişlerdi. Bunu yaparken de geleneğin hem manasını hem de biçimini terk etmişler. Küçük insanı anlatmanın ancak böyle mümkün olabileceğini düşünmüşler. Sonra ilginç bir şey olmuş, bir sonraki kuşak (ikinci yeniler) birinci yenileri fazlasıyla avam ya da daha doğrusu basit, çiğ bulmuş. Bu ilginç çünkü genç kuşak, yaşlı kuşağı biçimci, gösterişçi, ağdalı falan bulur. Sakal bıyık modasından, giyim kuşam modasına kadar bu değişmez kuraldır. Genç kuşak bir evvelkinin adetlerini her zaman fazla meşakkatli bulur. Her gün traş olmaktansa sakal-bıyık koyverir. Kravat takmaktansa hırpani bir gömlek giyer. Falan filan. Birinci yenilerdeki basitlik öyle göze batmış ki, halefleri bile ikrah getirmiş. Kişisel fikrim; Türk şiirinin 20. yüzyıl ile birlikte fakirleştiği, tatsız tuzsuz, alelade bir şeye dönüştüğüdür. Bu tarihten itibaren memleketimiz İsmet Özel ve Nazım Hikmet dışında büyük şair çıkaramamıştır. İsmet Özel’in dahi büyüklüğü tartışılır. Neyse. Üçüncü Yeniler’e karşı duyulan tiksintiyi de Birinci Yeniler’e duyulan tiksintiye benzetiyorum. Onlar da fevkaladeyi yaratmanın değil, aleladeyi anlatmanın peşindeler. Peşinde oldukları şey küçük insandır yani. İşin kötüsü onlar neyin peşinde olduklarını bilmeyecek kadar cahiller. Cahillikten kastım bilgisizlik falan değil. Kimden duydum hatırlamıyorum ama şöyle diyordu; “cahillik durum değil tutumdur”. Çok doğru. Yoksa bilgisizlikte kınanacak bir şey göremiyorum. Ne yaptıkları üzerinde düşündüklerini hiç zannetmiyorum. Herhangi bir şey üzerine de düşündüklerini zannetmiyorum (Tefekkür daha doğru bir kelime seçimi olacak. Düşünme tam olarak demek istediğim şeyi karşılamıyor. Tefekkür için hiç değilse akıllı telefonundan 1 saatten fazla süre uzak kalman gerekiyor.) Lafı daha fazla uzatmadan konuya geleyim. Aşağıda bir takım grafikler göreceksiniz. Bu grafiklerde iki tane çizgi var. Biri mavi öteki turuncu. Mavi çizgi şarkının dinamiğini, turuncu çizgi ise armonik yapısındaki tansiyonları gösteriyor. İlk önce Spotify’daki Üçüncü Yeniler listesinin ilk 5’indeki şarkıları daha sonra da bir evvelki kuşağın ürettiği hitleri analiz ettim. Bunu, Üçüncü Yeniler’in acemiliğini, beceriksizliğini, aleladeliğini göstermek için yaptım. Tam da bu yüzden bırakın 10 seneyi, 1 sene sonra bile bu listedeki şarkıların kahir ekseriyeti unutulup gidecek.
Buz Sarkıtı. Bu şarkı için söyleyecek kelime ararken dağarcığımın ne kadar da fakir olduğunu fark ettim. Rezalet falan diyeceğim ama tam karşılamıyor. Kral Şakir’in ekibi yapmış olabilir bu şarkıyı. Sound aynı. Mavi çizgiyi okuduğunuzda dinamiğin ne kadar acemice ve pervasızca dağıldığını göreceksiniz. Alttaki turuncu çizgiden de armonik tansiyonun halini okuyacaksınız. Ne varmış halinde? Şarkı Fa minör tonunda. Her cümle ya Fm ile ya da gamın dominantıyla (Cm) bitiyor. Yani bizi sürükleyecek olan tamamlanmamışlık hissini bir an olsun yaşatmıyor. Çocukların söyledikleri tekerlemeler gibi her mısra tamamlanarak bitiyor. Bu neyi gösterir? Bu şarkıyı besteleyen kimselerin soyutlama ve kavramsallaştırma becerisi 6 yaşında bir çocukla eşdeğerdir.
İpotek Ettim Kalbimi. Sol minör gamında. Şarkı boyunca yürüyüş bir an olsun değişmiyor: Gm - Cm - D7 - Gm… Alttaki turuncu çizgi bu yüzden bir ölünün EKG’si gibi dümdüz. Buna karşın daha derli toplu bir dinamik görülüyor. Şarkının “heyecanını” okunaklı bir şekilde dağıtmayı becerebilmişler.
Siyahı Makbul. Do minör. Şarkı boyunca çoğunlukla Cm ve Bb’nin çevrimi şeklinde bir yürüyüş var. İki yerde ufak bir tansiyon duyuluyor (Gm’nin çevrimi ile) o kadar. Hedonutopia’nın böyle bir üslubu var. Hemen hemen tüm şarkılarının dinamiği ve tansiyonu tekdüze. Bunun bir tercih olduğu belli. Dolayısıyla bunu bir kusur olarak görmek zor.
Kısasa Kısas. Grafikte de gördüğünüz gibi son derece sıkıcı bir şarkı. Warhouse’un Love’s A Stranger parçasının belkemiğini oluşturan cümleyi olduğu gibi almışlar ve üzerine yeni bir şarkı inşa etmeye çalışmışlar ama olmamış. Öngörülebilir cılız tansiyon artışları ve yine kolayca öngörülebilen dinamik, dinleyiciyi cezbetmiyor. Oysa Warhouse verse ve onu takip eden nakaratı iki kez yineledikten sonra sürpriz bir “ikinci nakarat” patlatıyor. Sözlerin ritmi de melodiye cuk diye oturmuş. Altıngün’de ise kesilmiş yoğurt çorbasına benziyor sözlerin hali. Tansiyona hiçbir katkısı olmayan manasız boşluklara sebep oluyor. Bir türlü patlamayan, ıslak bir barut.
Hiç Kimsenin Günahı Yok. CanOzan Türk müziğinin başına gelmiş en kötü şey olabilir ya. Gerçekten. Hele o gönül hırsızı bakışları yok mu beni çıldırtıyor. Yanına aldığı Amy Lee çakması bir plaza tazesiyle klip çekmiş bir de. Bu cesarete gıpta ediyorum. Neyse. Şarkının dinamiğini ve armoni gidişatını grafikte görüyorsunuz. CanOzan uzun uzun osurup onu kaydetse, hiç değilse inişler çıkışlar görürdük grafikte.
Bu Aşk Fazla Sana . Sadece grafiğe bakmak bile insana bir fikir veriyor. Dinleyiciyi zahmete sokmayan, ufak kasılmalar ve gevşemelerden oluşan bir şarkı. Sürpriz yok. Böyle şarkılar biraz risklidir. Dinleyici kolay avlar ama kolayca da elinden kaçırır. Bu şarkı avlamayı başardı.
Kupa Kızı ve Sinek Valesi. Usta işi bir şarkı. Hem dinamik hem armoni yürüyüşü ölçülü bir tansiyon oluşturuyor. Bu kez dinleyici “hikaye” ile avlanmış. Şarkı bir hikaye anlatıyor. Sade Türk müziğinde değil dünya müziğinde de hikaye anlatıcılığı ölü bir sanata dönüştü. Eleanor Rigby’e ne olduğunu merak ediyor musun? O zaman sonuna kadar dinleyeceksin. Tamirci Çırağı, Ahmet Bey’in Ceketi, Şık Latife vs. vs. Hepsi hikaye anlatır. Hikaye anlatıcılığının şarkı formuna kattığı çok şey vardır. Mesela Blues in Bob Minor. Şarkı armonik olarak ve dinamik olarak durgundur. Hem tansiyon hem dinamik en tepede düz bir çizgidir. Neden? Çünkü hikayeyi Robert Wyatt anlatıyor zaten. Müzik ona eşlik etsin yeter. Fakat mesela Pyramid Song’a bakarsanız sözlerin son derece muallak bir duyguyu tasvir ettiğini görürsünüz. Laf olsun diye yazılmıştır. Burada ise hikayeyi müzik anlatır. Her ikisi de şarkı formunun emsalsiz numuneleridir.
Sözlerimi Geri Alamam. Dinamiği düşük bir şarkı. Zirve yok. Engebeler var. Pik yaptığı yerde senkoplarla tansiyon daha da arttırılmış. Armonik yürüyüşüyle ilgili de birkaç şey söyleyeyim. Verse kısmında akor yürüyüşü şu:
Bb F Gm Dm
Sözlerimi geri alamam / Yazdığımı yeniden yazamam
Eb Bb F
Çaldığımı baştan çalamam / Bir daha geri dönemem
Şarkının gamı Bb Majör. Yani neymiş yürüyüş? I-V, VI-III, IV-I, V
I ve V her zaman tamamlanmışlık hissi verir. III (mediant) veya VI (submediant) ise tamamlanmamışlık hissi uyandırır. İki parçadan oluşan verse’ün orta kısmında ufak bir aralık bırakarak (Dm), sözün henüz bitmediğini sezdiriyor bize. Bu detaylardır akışı sağlayan şey. Şarkının zirvesinde ise Eb akorunda (subdominant) asılı kalıyor şarkı. Böylelikle solonun gireceğini haber veriyor. CanOzan’ın şarkısını hatırlayın, dümdüz bir çizgi. Dümdüz. Tastamam, hazmı imkansız olan, açığı aralığı bulunmayan yekpare, düzensiz bir kütle. Kaskatı bir bok yığını. Birkaç şarkı daha analiz edecektim ama sıkıldım. Duman, Rafet El Roman, Sezen Aksu, Kayahan, Athena hatta Yıldız Tilbe vs. vs. Bu insanların mahsulleri ne derece kıymetlidir konumuz değil. Konumuz şarkı yazarlığı ve bir önceki kuşaktan şarkı yazmayı bilen tonla isim vardı. Can Güngör’ü, Cihan Mürteazoğlu’nu, Yasemin Mori’yi hatta belki Tolga Akdoğan’ı da katabilirim bunların arasına. Fakat hepsi cücedir bu isimlerin. Türk müziği son 10 yılda tek bir şarkı yazarı çıkarabildi: Mabel Matiz. Neden bu kadar durdum bu şarkı yazarlığı meselesinde onu da izah edeyim.
Efendim şarkı yazarlığı denilen şey müzik sanatına atılan ilk adımdır. Bu iş bir düzenleme ve organizasyon işidir. Oscar Wilde “sanatla ne kadar uğraşırsak doğayı o kadar umursarız” demiş. Nerede zikretmiş bunu şimdi hatırıma gelmiyor. Niçin etmiş bu lafı? Çünkü sanat doğanın zıddıdır. Doğa ile kastım çiçek, böcek, zelzele, kıtlık değil sadece. İnsanın doğası, toplulukların davranışları, savaşlar vesaire de doğadır. Şekilsizliğiyle, kaba tuhaflıklarıyla, olağanüstü tekdüzeliğiyle, vahşiliğiyle tamamlanmamış bir şeydir doğa. Sanat bunu düzenleme ve organize etme çabasıdır. İşte üçüncü yenilerin yoksun olduğu şey bu çabadır. Bu çabayla cebelleşmeden, onun üstesinden gelmeden kişilikli bir ürün koyulamaz. Maalesef tezgahtakiler dilini bulamamış acemilerin elinden çıkan ucuz klişeler yığınıdır.
Felsefe, edebiyat, sosyoloji, müzik teorisi, ... hepsinin içinden geçmişsiniz, eğitim aldığınız okulların müfredatını ...
Olta Dayanışma ekibini, enerjisini, orada yayınlanan parçaları nasıl buluyorsunuz?