Evler, caddeler, şehirler gitgide birbirlerine benziyor, yavanlaşıyor ve bu çölleşme öyle raddelere erişiyor ki can yakıcı bir çirkinliğe dönüşüyor. İnsanı bezdiren, takatsiz bırakan bir çirkinlik bu. Gözünü kapasan kulağına çalınıyor, kulağını tıkasan kokusunu duyuyorsun… Çirkinlik de değil, güzellik yoksunluğu. Ve bu çölleşme sade bizim memleketle de sınırlı değil. Şüphesi olan Reddit’teki UrbanHell sayfasına göz atsın. Neden böyle? Bunun türlü türlü sebepleri vardır illa ki. İlk aklıma gelen sebeplerden biri modern mimari denen garabet. Vernaküler (bu terimi karşılayacak Türkçe bir kelime bulamadım) anlayışa sırt dönen, yeni olana tav olan, güzelliği hantal bir süs gibi gören, ona burun kıvıran ve menziline işlevselliği koyan bir üslup bu. Le Corbusier bu üslubun ekabirinden, afakı cihanı tutmuş bir mimar. Evi, insanın içinde yaşadığı bir makine [une maison est une machine-à-habiter] olarak tanımlıyor. Çok çarpıcı! Ev, konut ve yuva birbirlerinin eşanlamlısı sözcükler değildir. Aralarındaki nüansı, anadili Türkçe olan herkes bilir. Le Corbusier’in ev (maison) diye tanımladığı şey bir konuttur (domicile), yuva (foyer) değil. Mimarlar konut inşa edebilirler ama yuva yapamazlar. Yuva başkaları tarafından inşa edilebilecek bir şey değildir. Yuvayı yuva yapan şey onun biricikliği, kendine özgülüğüdür. Yuvanın kokusu bile kendine hastır ve bunların hiçbirisi mimarinin kokusu olamaz. Tarih boyunca insanlar kendi yuvalarını inşa etmişlerdir. Tıpkı diğer hayvanlar gibi. Hatta kamuya ait binalar bile çoğu zaman sivil halk tarafından inşa edilmiştir. Belçika Tournai’daki Notre-Dame Katedrali, Bulgaristan’daki Boyana Kilisesi, Hırvatistan’daki Diocletian Sarayı, Çekya’daki Litomyšl Kalesi, Fransa’daki Versailles Sarayı, Almanya’daki Wartburg Kalesi vs… Bunlar UNESCO Dünya Miras Listesi’ndeki yapılardan bazıları. Bunları mimarlar inşa etmediler. Yahut Ödemiş’teki Çakırağa Konağı, Aydın’daki Arpaz Konağı ve Kulesi’ni, Antalya’daki Düğmeli Evler’i düşünün… Bunları da mimarlar yapmadı. Bundan 150-200 yıl evveline kadar kamu binalarının inşaatı için görevlendirilen bir meslek grubu yoktu. Tabii ki mimarlık ve mimarlar vardı ancak yapıların kahir ekseriyeti bir topluluğun beğenisinin ortak mahsulüydü. Notre-Dame de Paris mesela. 100 seneyi aşkın bir sürede ancak tamamlanabilmiş. Biri altarı inşa etmiş, öteki 40 sene sonra nef eklemiş, beriki 60 sene sonra kuleleri koymuş vs. vs. Veya İngiltere’deki Canterbury Katedrali. Yüzlerce yıldır defalarca inşa edilmiş. Bir kısmı yıkılmış, bir kısmına ek yapılmış. Onlarca kuşağın ortak beğenisinin mahsulü ve yapının hiçbir parçası sırıtmıyor, göze batmıyor. Birbiriyle müthiş bir uyum içerisinde. Hem seçkinleri hem de alt sınıfı sarabilen, modadaki değişim dalgalarını aşan bir üslup. 19. yüzyıl ile beraber inşaat ve yapı tasarım işi bir zümrenin tasarrufuna bırakıldı. Demokrasi çağıyla birlikte seçkinlerle alt sınıf arasındaki mesafenin açılması ironiktir. Ama öyle. Berlin’deki Kongre Binası (hamile istiridye), Rotterdam’daki Mimari Müzesi (çamaşır askısı), Lille’deki Euralille (kayak botu) New York’daki BM Binası (radyatör)… Çok rica ediyorum şu yapılara bir bakın.
İlk başta anlamsız görünen bu isimler, binalara halkın taktığı lakaplar. Bu lakaplar halkın kavrayış eksikliğinin, bu eserleri kavrama kapasitesinden mahrum oluşunun göstergesi değil; tam tersine ayırt etme, tanıma, kavrama becerisinin tezahürüdür. Hiçbir klasik binanın böylesi küçültücü lakapları yoktur. İstisnasız hepsi ismiyle yahut bulunduğu coğrafyayla anılır. Bu yapılar, diplomalı bir zümrenin tasarladığı kamu binaları. Dolayısıyla lakaplarını da halkın seçkinlerden aldığı intikam olarak görmek gerek. Halen dünyanın en güzel şehirlerinin Avrupa’da olduğu gibi bir genel kanı var. Bu yüzden örneği Avrupa üzerinden vereceğim. 1900’den evvel inşa edilen tüm yapıları yok ettiğimizi düşünün. Neye benzerdi bu şehirler? Şüphesiz sonuç felaket olurdu. Aynı soruyu tersten soralım; 1900’den sonra inşa edilen tüm yapıları yok etsek? Şimdikinden kat be kat güzel olacağından şüphe duyan var mı? Demek ki modern mimari, modernizm denen üslup şehirlerimizi çirkinleştiren bir şey. Modern mimarinin ne olduğunu düşünelim biraz yeni paragrafta.
Keyfiliğin formalizmi? Böyle dedim çünkü modern mimarinin bir müktesebatı, geleneği olduğunu sanmıyorum. Modernizmin mahmuzu yeniliktir. Yani yenilikten güç alır, onu hedefler. Oysa yeniliğe alışabilmek, ona aşina olabilmek için zaman gerekir. Fakat bu, yeniyi eskitir. Modern mimarinin çıkmazının burada olduğunu düşünüyorum. Gelenek oluşturamadığı için de yenilik keyfiliğe dönüşüyor. Keyfilik kalıba dökülüyor, ambalajlanıyor. Güzelliğin yerini yenilik, keyfilik ve estetik arayışı alıyor. Manzara, manzum eser, resim, şarkı vs… Tüm bunlar etik içeriğinden bağımsız olarak estetik olabilirler. Tiyatro oyunundaki işkence gören adamın sahici çığlıkları estetik haz verebilir. Sanatta bunu sağlayan şey bitişiksizlik, uzaklıktır. Trajedi biz içinde değilken estetiktir. Mimaride bu mümkün değildir. Fertleri evlerine, hemşehrileri memleketlerine bağlayan şey yakınlıktır. Antik bir anıtta bize dokunan şey, yaşına rağmen bizimle konuşma kapasitesini kaybetmemiş olması ve maddi köhneliğini aşma gücüdür. Modern mimaride bunları görebilen var mı?
Buraya kadarki kısım akla ilk gelen sebebin eşelenmesiydi. Modern mimariyi doğuran, onu büyüten, sırtını sıvazlayan neydi? Ailenin küçülmesi olabilir mi? Bu fikir bende henüz olgunlaşmadı. Ham. O yüzden hararetle savunamayacağım ama istiyorum ki aklımdan geçenleri yazayım, birileri de bu argümanın açıklarını bulsun. Evler eskiden daha kalabalıktı çünkü aileler daha büyüktü. Çıkış noktam burası. Bu 1970’lere kadar tartışmasız bir gerçek gibi görülüyordu fakat Peter Laslett ile Richard Wall’un kitabı (Household and Family in Past Times) bu önkabulü zayıflattı. 16. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki İngiltere’de hane halkının 4.75 olduğu yazar (sayfa 126). 15. yüzyıl İtalya’sının şehirlerinde 3.6 - 4.4, kırsalında 4.4 - 7.5 (sayfa 272); 17. yüzyıl Japonya’sında 7 (19. yüzyılda 4.25’e gerilemiş); 18. yüzyıl Massachusetts’inde 5.8 (sayfa 555)… Günümüz İtalya’sında hane halkı sayısı 2.4. İngiltere’de 2.4, Japonya’da 2.3, ABD’de 2.5… “Aileler eskiden daha büyüktü ama o kadar da değil”. Kitabın iddiası bu aslında. Özellikle Avrupa için çekirdek ailenin oldukça yaygın olduğunu söylüyor. Eh, tamam. Öyle olsun. Fakat şunun karşısında duramıyor: “Sanayileşmeyle birlikte aynı geniş aileye mensup çekirdek aileler arasındaki mesafe arttı, bağ zayıfladı”. Hane halkı sayısı şimdikinden en azından 2-3 kat kalabalıktı.. Belki geniş aile (extended family) aynı çatı altında yaşamıyordu ama akraba çekirdek aileler (stem family ve nuclear family) birbirlerine komşuydu. Bu da onların yer değiştirme kapasitesini (mobilisation) kısıtlıyordu, yaşadığı yere mıhlıyordu. Bizim memleket için konuşalım hadi. Hane halkı sayısı 3.3. 1955 yılında bu rakam 6.5 (TÜİK). 19. yüzyıl ile ilgili tahmin yürütebilirim sadece. Temettü defterlerine bakacak olursan hane halkı 10-15 civarını buluyor. Daha öncesi karanlık. Yani şimdikinden en az 4 kat daha kalabalık olsan, hane gelirin de en az 4 kat artacaktır. Fakat muhtemelen giderin o kadar artmaz. 4-5 kat büyük sermayeyle nasıl bir evde otururdun? 4-5 kat büyüyünce hareket kapasiten de azalacak. Onu da hesaba kat. “Yuva” olarak belleyeceğin evin kalıcı olması mecbur. “Beğenmezsek başka eve çıkarız” veya “Beylikdüzü’ndekini kiraya veririz Beşiktaş’ta otururuz” falan yok yani. Hareket kabiliyetinin kısıtlanması, cüssenin büyümesi ve sermayenin artması seni o toprağın kalıcı bir ferdine dönüştürür. Yaşadığın yeri memleket bellersin. Başka seçenek kalmaz çünkü. Daha önceden de şehirlerin çirkinliği hakkında bir şeyler yazmış, şey demiştim:
“Sanki İstanbul buraya fırlatılmış insanlardan oluşmuş bir şehir. İstanbul'da yaşayan insanların yüzde kaçı burayı memleketi olarak görüyordur? En eğitimlisinden zır cahiline; zengininden fakirine; kimin emeklilik hayalinin dekoru İstanbul'dur ki? Geçici bir süre ikamet ediyoruz burada. hissettiğimiz şey bu. Buranın mazisi, sokağının güzelliği, astığımız tabelanın uyumsuzluğu vesaire umurumuzda bile değil. Size bir şey söyleyeyim; dünya tarihi boyunca kimse, kiraladığı arabayı iç-dış yıkamaya vermemiştir.”
Hah. İşte bizleri geçici ve geçirgen yapan şey ailenin küçülmesi diye düşündüm. Günümüzde aileler olması gerektiğinden küçük olabilirler mi? Saçma bir soru gibi duruyor değil mi? Bu soru aklıma J. B. S. Haldane’in bir risalesini okurken aklıma geldi: On Being the Right Size. Nasıl tercüme edelim? Münasip Boyutta Olma Üzerine. 1926’da yazmış. Çok parlak, acayip muzipçe ve zekice yazılmış bir metin. “Farklı türde hayvanlar arasındaki en açık farklılık boyutları olmasına rağmen, zoologlar bu konuya pek ehemmiyet vermemişler” diye başlıyor. İnsanı enine, boyuna üç kat genişletsen ağırlığı ne kadar artar? “E üç işte” diye düşündüm ilkin. Değil. Üçün küpü. 27 yani. Hmm. Ee? En büyük memeli olan balinanın gözü manda gözünden daha büyük değilmiş. Yani bizi her boyutta üç kat genişletirsen ve gözümüzde üç kat büyürse doğru düzgün göremezmişiz. Beş bin fare, bir insan ağırlığındaymış. Beş bin farenin tükettiği yiyecek ve oksijen ise bir insanın on yedi katı! Bu kadar eforun sebebi sıcaklığını vücut sıcaklığını korumak. Bu nedenle küçük hayvanlar soğuk ülkelerde yaşayamazlarmış. Falan filan… Yani insan da, fare de, şahin de olması gerektiği büyüklüktedir. Vardığı nokta bu. Şeylerin de olması gerektiği büyüklükler var mıdır? Aşağıdaki resim Leon Krier’in kitabından: The Architecture of Community. Bunun kadar ufuk açıcı pek az şey okudum. Kır evi büyüklüğünde saray ile saray büyüklüğünde kır evinin absürtlüğünü gösteren bir çizim bu.
Sarayın da tıpkı fare gibi, olması gerektiği bir büyüklük var demek ki. Ailenin büyüklüğü ne olmalı peki? Öyle kolay cevaplanacak bir soru değil bu. Zor sorularda tersten gitmeye alışkınım. Şimdi de öyle yapacağım. Önce alt sınırı düşünelim. Aile en az iki neslin ve bir çiftin beraber yaşadığı topluluktur. Anne, kızı ve damadı; anne, baba, çocuk vs… Nüfusu asgaride tuttuğumuzda (3 kelle) kombinasyonlar bunlar oluyor. En az iki nesil dedim çünkü çocuksuz yuva olmaz. Şimdi kreş, gündüz bakımevi, anaokulu gibi soğuk isimler takmışlar ama biz çocukken ilkokul öncesinde gittiğimiz okullara yuva denirdi. Yuva biliyorsunuz “bir şeyin içinde yerleşmiş olduğu veya yerleştirildiği oyuk” anlamına da gelir. Dolayısıyla yuva dediğin şey hem çocukla hem de dişilikle yapışık bir sözcüktür. İnsan yavrusunun yoğrulduğu bir hamur teknesidir adeta. Yoğrulur, büyür, hayatı öğrenirsin. Şimdilerde tamamen unutulmuş olan bir şey daha var yuvada öğrenilecek: Ölmek! Eskiden yaşlılar bir lütuf bazen de külfetti. Lütuftu çünkü rehberlik ederlerdi. Külfetti çünkü bakım ve şefkate ihtiyaç duyarlardı. En çok da ölüme hazırlanırken. Artık ekonomik olarak verimsiz bir hiçler. Külfet bile değiller çünkü hastanede ölüyorlar. Hayatın tıplaştırılması (medicalisation of life) diyor buna Ivan Illich. "Hayatın tıplaştırılması doğal ölüm nedenini ortadan kaldırır. Ölümü tüketici direnişinin son biçimi haline getirir. Ölümden en iyi korunan kişi idam mahkumudur çünkü onun kendini öldürmesi toplumun kendini tehdit altında hissetmesini sağlar". vs. vs. Şehirle köy arasındaki en çarpıcı fark mezarlığın konumu bana kalırsa. Şehirlerde olabildiğince uzak, sapa yerlerdedirler ama köylerde konutlarla iç içedirler. Neyse, çocuğu, yaşlıyı, şunu, bunu katınca diyebiliriz ki aile 5-15 nüfuslu bir kütledir. Bu kütleyi ufalarsan şehirler “olması gerektiğinden” daha fazla büyürler. Büyüme dediğin şeyin bir sınırı ve durağı vardır ki buna olgunlaşma denir. Aşırı büyüme dediğin şey ise üretim bozukluğudur. Organik değildir ve sürdürülemez. Şehirlerin büyümesi diye kast ettiğim de şu; dikey bir merkez ve çok geniş yatay bir suburb (Bu kelimenin Türkçesi yok galiba. Varoş veya banliyö değil, şehir merkezinin dışında kalan yer anlamına geliyor). Çok formlu, tek fonksiyonlu yapılardan oluşan bir kaos. İnsanları, aileleri, cemaatleri ufacık hale getiren şey de bu büyüme. Hareket kabiliyeti artmış ama küçülmüş kemirgenler. Tamam, bu kadar yetsin. Artık müziğe bağlayım.
Müzik bir dildir. Değilse de ona benzer bir şeydir. Bu dille ne yaparsan yap. İster nutuk çek, ister sohbet et ama insan sadece nutuk çekerek ya da sadece geyik muhabbeti kovalayarak yaşayamaz. Biraz ondan, biraz bundan lazım. Sohbet yüz yüze olur çünkü iletişim sadece sözcüklerden ibaret değildir. Sesin, mimiğin, elini kolunu koyduğun yer, kokun vs… Yani zoomda, telefonda bir yere kadar. I ıh. Olmaz. Bunun geri kafalılıkla, çağı yakalayamamakla alakası yok. İnsanca değil, o kadar. Artık bir araya gelip müzik yapan insanlar müzisyenler içerisinde azınlığa düştüler. Geçenlerde Harun Tekin şey diyordu “Stüdyoyu konsere tercih ediyorum. Stüdyoda üretmek hoşuma gidiyor. Bunları çalmak lazım diye düşünüyoruz ve o yüzden çalıyoruz”… Bu minvalde şeyler. Konseri gereklilik olarak gördüğünü anlatıyor yani. 15 senede İstanbul’un nüfusu neredeyse 2 katına çıktı ama konser mekanı artmadı. Konser sayısı da artmadı, hatta iddia ediyorum epey azaldı. Barlarda müzik dinlediğim zamanları hatırlıyorum. Repertuar Köpekleri, Mayday, Kangroove… Garaj.org’ta rock grubuna davulcu, caz grubuna trompetçi arayanlar… Taze, sıkı fıkı cemaatler vardı. Şimdi gören duyan var mı? Eleğin üstünde kalan az buçuk yer vardı (Gitar Cafe, 60m², Mitanni, Tanburi Cemil Bey Derneği…) onlar da kapandı. “İnsanlar bu müziğe teveccüh göstermiyor efenim”. Yok. Onunla hiç alakası yok. Beraber olmak, birlikte çalmak zor ve alışılmadık geliyor. Üstelik kavuşmak da zahmetli. Bunun bir sebebi ailenin ufalması; yapıtaşlarının da küçük ve hareketli kemirgenlere dönüşmesi. Diğer sebebi de aşırı verimli makineler. Yazının kaşıdığı son yer de burası olsun.
Makinelerin karmaşıklığı ve verimliliği bahsini ben ilk kez Karl Polanyi’den okudum. Polanyi ile tanışmamak çok büyük bir kayıp. Henüz bu ismi duymamış olmayanları Büyük Dönüşüm’ü okumaya davet ediyorum. Okuyalı çok zaman oldu. Argümanlarından biri şudur kitabın: “Aşırı verimli araçlar bir süre sonra üretilme amacının tam tersine iş görmeye başlar”. Ivan Illich bu argümanın tefsirini araba örneği üzerinden yapar. “Araba insana hız ve dolayısıyla zaman kazandırmak için üretilmiş çok verimli araçlardır. Böylesi verimli araçlar radikal tekellere dönüşürler. Radikal tekel bir markanın egemenliği değil, bir tür ürünün egemenliğidir. Arabaların trafik üstündeki tekeli böyledir işte. Ford yerine Opel kullanmakta özgürsün ancak yürümekte özgür olduğunu söylemek zor çünkü motorlu taşıtlar için yapılan yollar senin yürüme hakkını kısıtlar. Tam da bu yüzden radikal bir tekeldir. Sana başka seçenek bırakmaz. Dahası sana zaman ve hız kazandırmak için tasarlanan bu araçlar mesafe yaratmaya başlarlar. Uçaklar, otobüsler vs. amansız hızlarıyla insanın doğuştan gelen hareketliliğini yozlaştırır ve onu yolculuk için daha fazla zaman harcamaya zorlar…” Bu minvalde şeyler. Bir insan bir yerden bir yere gitmek için günde ortalama ne kadar vakit harcıyordur? İstanbul’da yaşayan zavallılar günde ortalama 1,5 saat yolculuk ediyorlar. Antalya’da bile 62 dakikaymış. Tayland’ı, Çin’i, Hindistan’ı (yani dünyanın yarısını) düşünsenize bir de. Kabus. New York’ta 89, Los Angelas’ta 104, Moskova’da 91dk… Bir asır evvelinde bir yeden bir yere ulaşmak bu kadar zaman alıyor muydu sizce? Tabii ki hayır. Hatta motorlu taşıtlar olmadığı için yaşam alanları (şehir, kasaba, köy) istihdam açısından daha verimli, sosyal açıdan daha zengin yerlerdi. Şimdi ilçe ve köylerde çocuk kalmadı neredeyse. Dev huzur evlerine dönüştü hepsi. Yani mesafeyi yaratan aha bu çok verimli araçlar. Müzikte de mikrofonu, hoparlörü, bilgisayarı falan verimli ve yozlaştırıcı araçlardan sayabiliriz. BU araçların yaygınlaşmasıyla birlikte evde müzik yapma cazip hale geldi. Konserlerin sayısı azaldı, orkestralar küçüldü hatta yok oldu, müzik yozlaştı ve dil olmaktan çıkıp ürüne dönüştü. Bu fikir bende çok taze şu an. O yüzden emin değilim. Başka sefere de bunu konuşuruz.
yine beni oldukça rahatsız eden bir yazı, elinize sağlık. covid patlak verene kadar funk/punk/pop rock çalan bir üniversite grubunun davulcusuydum. 2 senedir ise müzikle haşır neşir olduğum tek yer evimin salonundaki ufak home studio. başlarda muazzam eğlenceli gelen, istediğin soundu istediğin şekilde istediğin yere yapıştırma fikri aylar geçtikçe başka bir insanın eksikliğini derinden hissettiren bir yalnızlığa dönüştü. jam atmak yok, improv yok, detone olmak yok, baget kırmak yok, yanyana dizilmiş mükemmel kutucuklar var. öte yandan ortaya çıkan ürünler teknik olarak öncekilere nazaran çok daha "nitelikli" ancak aynı zamanda melodik/harmonik ilginçlikler barındırmayan soğuk şeyler. zorlasam da gitmiyor elim yani. çirkin bir kısırlığa sebebiyet veriyor gibi hissediyorum. velhasıl polanyi'den yaptığınız alıntı ve bağladığınız yer oldukça mantıklı geldi. bu perspektiften bakınca sizin yazılarınız da benzeri bir konuma geliyor bence. belki de substack ekşi vs gibi araçlar benzeri bir etki yaratmıştır. sonuçta basılı eser sayısı azaldı, kitapevleri küçüldü vs.