“Bu ilmin [musiki ilminin] kıylükâli [lafı, dedikodusu] çoktur. Lâkin tatvil olmasın [uzatılmasın] için ihtisar olundu [kısa tutuldu].”
Hızır Ağa
Necdet Yaşar, Salim Tokaç’ın tanbur çalımını hiç beğenmezmiş. Mızrap sallayışını “tavuk gagalamasına” benzetirmiş. Necdet Yaşar’ın tanburlarını yapan Fehmi Usta da “Necdet tanburu 150 sene geriye götürdü” diyor. Ben bunu kulaklarımla duydum. Necdet Yaşar’dan duyduğu bir şeyi de nakletti. Necdet Bey gençken Tanburi Cemil’in iki plağını bulmuş, sabah akşam heyecanla Tanburi Cemil’in plaktaki taksimlerini dinliyormuş. Hocası Mesud Cemil ile bu heyecanını paylaşınca Mesud Bey “Necdetciğim iki sana çok, sen bir tanesini dinle” demiş. “Arkadaşımdı Necdet. Allah rahmet eylesin. Pek severdim. İyi de tanbur çalardı ama Cemil Bey ile veya Mesud Bey ile kıyaslanamaz. Onlardan çok geridedir.” Atölyede bir oğlan daha vardı. Tanburunu getirmiş. Ufak tefek rötuş gerekiyormuş. Fehmi Usta işini bitirip verdi tanburu çocuğun kucağına. “Çal bakalım” dedi. Oğlan biraz nazlandı, efendim estağfrullah falan filan. Usta üsteleyince azıcık çaldı. “Mızrap öyle tutulmaz” dedi Fehmi Bey. İnternette videolar varmış, mızrap tutuşunu oradan öğrenmiş oğlan. “Onlar ne bilsin mızrap tutmasını…” Ustacım siz kimleri dinler, istihsan edersiniz? “Tanbur çalan kalmadı. Allah az kişiye nasip eder tanburdan ses çıkarabilmeyi.” Allah Allah yani kimse yok öyle mi? “Konya’da bir çocuk var. Neydi adı? Musa Kazım. Hah. O çocukta ruh var. Fena değil o çocuk. Diğerlerininki çalmak değil tıngırdatmak” Vay canına.
Cem Behar’ı bilirsiniz, denk geldim, Kevseri Mecmuası’ndan bahis açıldı. İştahla konuşurken lafı ağzıma tıkayıverdi. Bu Uğur Ekinci metot bilmiyormuş. Uğur Ekinci de aynını Cem Behar için söylüyor. İsmini gizli tutayım, Ankara’nın çok sevilen, sayılan simalarından bir neyzen/kudümzenden de “Cem Behar musikiyi bilmez” lafını duydum. Murat Bardakçı’ya göre Erol Sayan nazariyat bilmez, Erol Sayan da aynını Tanburi Cemil için söyler. Beriki “klasik kemençe İhsan Özgen ile birlikte öldü” der. Öteki “ney Aka Gündüz Kutbay ile birlikte öldü” der. “Sadun Aksüt tanbur çalmayı ne zaman öğrenmiş de metodunu yazmış” diyen bile duydum.
Falan filan…
Türkiye’deki caz müzisyenlerinin hatırı sayılır kısmını tanırım. Pek çoğuyla sohbet etme fırsatı bulmuşumdur. Bir-iki ismi dışında tutayım, kimseden “falanca davul çalmayı bilmez”, “filancanın çaldığı piyanodan ne olur ya” gibi hafife alır laflar işitmedim. Aynını Klasik Batı Müziği ile iştigal eden müzisyenlerimiz için de söyleyebilirim. “Yay çekemez”, “sekizliği görse mertek sanır” falan… Yoktur böyle laflar. İstisnadır diyelim ya da. Bunun sebebi musikinin bir bilim yahut sanat gibi değil de din gibi algılanması galiba. Caz veya Avrupa Sanat müziği gibi diğer sanat müzikleri sanat olduğu kadar bir bilimdir de. Klasik Türk Müziği bilim değil mi yani? Yok. Henüz değil diyelim hadi. Çünkü bilimin olmazsa olmazlarından biri yazılı aktarımdır ve bizim müziğimiz bu aktarımdan yoksundur. Daha doğrusu yazılı aktarımı hor görmüş, tercih etmemiştir. Beş yüz yıllık gelenek, sadece son asırda kayda değer yazılı materyal üretmiştir. Bizde hala Arel sistemi, nota yazımı, perde yerleri, çalgıların biçimleri, bazı makamların seyir özellikleri gibi konularda mutabakata varılamamıştır. Uşşak perdesinin neresi olduğu bile hala ihtilaflıdır düşünsenize. Nişabur perdesi ile buselik perdesi aynı mıdır? Tanbur kaç perdelidir? Vs. vs. Böyle bir şey Avrupa Sanat Müziğinde veya cazda olabilir mi? Olmaz. Çünkü bilim gerçeğin, doğrunun peşindeyken din hakikatin peşindedir. Bunu müzik teorisi üzerine yazılan kitapların başlıklarına bakarak anlarsın: Scientia artis musice, Musica theorica, Essays in musical analysis… Gözleme, bilgiye atıfta bulunan, bilimin jargonuyla yazılmış kitaplardır hepsi. Bizim nazariyat kitaplarının başlıklarında en sık rastlanılan kelime ilimdir. Kitâbu ilmi'l-mûsiki alâ vechi'l-hurûfât, İlm-i edvâr-ı musikî vs. vs… Bunca kitap arasında bir tane çıbanbaşı var, o da Türk müziğinin ilk kuramcısı sayılan Safiyüddin Urmevi’ye ait: Kitâbü’l-edvâr fî marifeti’n-naġam ve’l-evtâr. İlim yerine marifet kelimesini kullanmış. Bu önemli bir detay çünkü “ilim vech-i külli ile, marifet vech-i cüz ile bilmektir” der Lugat-ı Naci’de. Yani ilim her şeyi kapsar, sınırsız bir bilgiyken marifet çerçevesi belli bir bilgidir. Bu yüzden Allah’ın isimlerinden biri alimdir. Allah’a arif denmez. Neyse, efendim okuyanlar bilirler, bizdeki nazariyat kitaplarında müzik ilahi bir şey olarak tarif edilir. İşte ne bileyim der ki:
Celle celalüh çünki eflak encümi yaratdı ve emritdi, harekete geldiler…
Anlarun hareketinden avazeler zahir oldı ve ol avazelere eganiyi ruhani ad kodılar…
İlm-i musiki dahi andan peyda oldı ve bu ilmin iştikakı
Falan filan…
Müziğin insan ruhuna tesirleri anlatılır. Astrolojik olaylarla müzik arasında paralellik kurulur. Kimi efsanelerden bahsedilir. Şu makam günün şu saatinde dinlenilmeli, bu makam bu saatinde gibi son derece subjektif şeyler yazılır. Bunun yanında makamdan, perdeden, usulden de bahsedilir tabii ama genellikle dağınık, anlaşılması güç ve en önemlisi kendinden önceki kuramcıların yazdıklarına temas etmeyen kitaplardır. Misal Tanburi Hızır Ağa’nın, Küçük Artin’in, Abdülbaki Nasır Dede’nin nazariyat kitaplarındaki perde isimleri ve adetleri birbirlerini tutmaz. Aynı şekilde usul sayıları ve izahları da birbirlerinden farklıdır. Yani şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki 19. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı’nın müzik evreninde kuram geleneği yoktur. Bunun tek istisnası Dimitri Kantemir’in edvarıdır (Belki bir de Hızır Ağa’nın edvarını sayabiliriz). Gerçek manada bilimsel bir bakışla nazariyat kitabı yazmıştır. Doğrudan icracıya hitap etmek için bir nota yazım tekniği bile geliştirmiştir. Fakat akranları ve halefleri buna pek de kulak asmamışlardır. Yani musikiyi marifet değil ilim olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla gerçekle değil hakikatle ilgilenirler.
Şimdiye kadar yazının düğüm kısmıydı. Buradan sonrası da serim olacak. Niçin doğuda müzik ilahi, soyut bir kavram olarak ele alınırken; Batıda bu dünyaya ait, akılla kavranabilen, analiz edilebilen bir şey olarak görülür? Düğüm bu değil. Bu da iyi bir soru ama bu yazı bu soruya cevap aramıyor. Bana daha ilginç gelen bir şey var: Velev ki müzik tanrısal, bedii bir şey; neden künhüne akılla varılamasın? Tanrısal olanın akılla kavranabileceğini savunanlar skolastisizmi doğurmuştur. Skloastik düşünceyle ilgili bir sürü saçma sapan şey yazıyor. Skolastik düşüncede sorgulama yokmuş, sadece dogmalar varmış. Ortaçağı karanlığa mahkum eden aha bu skolastiklermiş. Ezber laflar. Skolastik düşünce Hristiyanlık öncesi felsefenin Aristo kolunu temsil eder. Onun halefidir. Karşısında da Paternalizm var. O da biliyorsunuz Platonculuğun halefi oluyor. Skolastik düşüncenin miladı Boethius kabul edilse de (6. yüzyıl) bu silik bir izdir. Çizgiyi Pierre Abelard’dan (12. yüzyıl) çekmek lazım. Üslup şövalyesi bir düşünür. Sic et Non (Evet ve Hayır), muhteremin magnum opus’udur. Kitaba Hristiyanlığın kutsal metinlerindeki çelişkileri sıralayarak başlar. Peşinden kilise babalarının sözlerindeki tutarsızlıklardan örnekler verir. Prologun son paragrafında şöyle söyler:
”Kitabıma Kilise babalarının birbirleriyle çelişen sözlerini aktararak başladım. Böylelikle zayıf okuyucuları avlamayı, onları hakikati aramaya teşvik etmeyi umdum. Bu onları daha iyi okuyuculara dönüştürecektir çünkü bilgeliğin anahtarı sorgulamaktır […] Şüphe bizi hakikati aramaya sevk eder. Hakikatin kendisi de (Matta 7:7) şöyle demiyor mu: “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapı çalana açılır.”
Sonra da “Tanrının özgür iradesi var mıdır? Tesadüf diye bir şey olabilir mi?“ gibi 158 tane soru sorup bunlara aklın diliyle cevap arar. İnanç için potansiyel bir tehdit olarak görülen aklı, inancı temellendirmek için kullanan ilk isimlerden biridir. Bir o kadar önemlisi de metodudur. Kendinden sonra gelen Thomas Aquinas ise skolastik düşüncenin şahikasıdır. Summa theologiae’sı hem son derece sıkıcı hem de son derece nefis bir iştir. Adamın zekası karşısında kendini küçücük hissedersin. En saçma görünen iddiayı bile her detayını lime lime ederek inceler. 13. yüzyıldan günümüze, bizim topraklardan bu iki eserle mukayese edilebilecek bir felsefe kitabı çıkmamıştır. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bu iki kitaptır Avrupa’da skloastik düşünceyi ve bilimsel metodolojiyi yeşerten. Doğu ise akıl yerine imana sarılmıştır. Tefekkürü sorgulama ve öğrenmeye tercih etmiştir. Hakikati aramamış, kendisine nasip olmasını beklemiştir (Bunu tenkit için değil tespit için yazdım çünkü bu yollardan hangisi doğru bilmiyorum). Haliyle müzikle kurduğu ilişki de benzer şekilde olmuştur. Onun künhüne akılla yahut emekle değil tefekkürle varılacağına hükmetmiştir. Müziği bilmek, idrak etmek bir marifet değil ihsandır, behredir. Fakat günümüzde kimsenin bu fikirde olduğunu sanmıyorum. Datayla kuşatılmış dünyamızda aklın yularından kurtulabilecek orijinal tipler bulmak zor. Klasik Türk Müziği icracılarının önemli kısmı tevazuyu ziynet gibi giyinip gezen çakma zahittir. Ciklet gibi çiğnenen estağfurullahlar, eyvallahlar; kaşe kumaştan tarçın renkli yelekler, Rabbani bir ağırbaşlılıkla süslü mütebessim duruş, olmadık yerlerden taşan bastırılmış cinsel arzu ve daha neler neler… Bunlardan ne arif olur ne deli; ne sofu çıkar ne de veli.
Bu muhabbetli yazıya eşlik etmek istedim.
Gerçekten Türk müziği icracılarının kahir ekseriyetinin diğer icracılar için çok rahatsız edici ifadeler kullandığına ben de şahit oldum. Hatta yalnız icracılarla sınırlı kalmazlar, bir çoğunun da kendi ulviyet verdiği dönemi, ya da ulviyet verdiği bestekarları vardır. Bunların dışındaki bestekar veya dönemlere de demediklerini bırakmazlar. Adeta bir kötüleme üzerinden varoluş sergilerler. Yeni nesilde bile devam eden bu saçmalığın daha indirgemeci, alçaltıcı ve bence kendisi çok daha alçak duruşları da var. Hani Klasik Türk musikisi biliyorum zevzekliği yapmak için Türk halk müziğine çamur atma sevdasını bile gördük, dinledik.
Fehmi Ustanın Necdet Yaşar'dan başka yaşayan, yaşamayan pek çok ünlü (ve bence de hemen hepsi ayrı kıymette) icracı için neler neler dediğine ben de şahit oldum. Çoğu kez altını dolduruyor da eleştirilerinin, ya da ben hürmetten öyle hissediyorum, bilemem. Pek seveni yok ustanın, bence dobra ve dürüst adam. Musa Kazım'ı dinleyeceğim. :)
Şimdi nereden rastlayıp okudum, dinledim de aklımda kaldı hatırlamıyorum. Belki de sizin bir yazınızdan intihal ya da mülhem olacak ama kendisini, okuyuşunu çok o kadar sevmesem de (evet ben de 50'ler 60'lar radyo yılları fena değildi ama sonrası meh tayfasındanım) Zeki Müren bir röportajında Pop müziği sanatçılarına çok özendiğini belirtiyordu (kendisi pop müziği sanatçısı değilmişçesine :)) Özenme sebebi ise birbirlerini boklamak yerine destek olduklarını görmesiymiş. Türk Sanat müziği camiasının sürekli birbirine sövmesinden, önüne arkasına geçmeye çalışmasından falan şikayetlerini dile getiriyordu muhterem, kendisi hiç yapmaz zira.
Musikinin verdiğiniz örneklerle hakikate değil ilme bağlılığına dair de şunu eklemek isterim. Türklerin İslam öncesi ve sonrası dinlerinin, gerek avamda gerek seçkinlerde, müzikle çok güçlü bir birliktelik içinde olduğu malumdur. Müzik daima ibadetin ta kendisi olagelmiştir. Ben bunu abartarak, dinleri müziktir demekte bir beis görmüyorum. Yalnız dini musikiden bahsetmiyorum ki zaten laiklik öyle kişi algısında özellikle esrik işlerle uğraşırken çok da kendini gösterebilecek bir kavram da olmasa gerek. Lâdini musikinin dini musikiyle rabıtası herhalde aşikardır. Benzer şekilde deyişler içinde de semahlara giden yolun öyle büyük uçurumları olduğunu düşünmüyorum. Bu halde, musikiyi ele alışın bilimden, hele ki batının icadı olan pozitif bilimden nasibini almamış olması epey normal sanki. Bunun oluşması için gereken düşünsel evrimin bu müziğin yaşandığı kültürün geçmişinde kendine ait biçimde oluşmadığı ortada; en fazla daha sonraları batı düşünce ve kültürü ile iletişim içinde öğrenilenler falan var. Tabi kişisel kanaatim, bilimden nasibini almasına da pek gerek olmadığıdır. Alanların yapacaklarını da elbette merakla bekler, takip ederim. Fakat esas olanın çok da değiştirilebileceği kanaatinde değilim. Düğüm olmayan ve yazıda cevabı aranmayan sorunun bana düşündürdükleri budur.
Son kısımda içinden geçtiğiniz musiki erbabıyla ilgili de bir alıntı paylaşayım. Ağzınıza sağlık diyerekten. Şule Gürbüz, Zamanın farkında. https://www.hizliresim.com/2yri4t1
Bu kişilik bozukluğunun çok eskilere uzanıp uzanmadığından da çok emin değilim. Bana biraz son 50 yılın işleriymiş gibi geliyor bunlar. Hemen her eski hikayenin bugünki serencamında olduğu gibi, şekil var, içerik tırt.
Yazının son cümleleri... hahaha tam öyle gerçekten.