Size çok ilginç birinden bahsedeyim; Jean Joseph Marie Amiot. En az Balarısı Ahmet kadar mülevven bir sima. Cizvit papazıdır. Cizvitleri The Cemaat’e benzetmek çok yanlış olmaz. Eğitime, belagate, örgütlenmeye ve sadakate fevkalade önem veren bir yapıdır. Thomas Mann’ın gereğinden uzun kitabı Büyülü Dağ’ı okumuş olanlarınız oradaki Cizviti hatırlayacaktır: Naphta. Kitaptaki en renkli, en zeki, en tekinsiz tipti. Biz Amiot’a dönelim. 18. yüzyılın başında doğmuş bir Fransız. O yıllar Cizvitlerin Uzakdoğu’ya, bilhassa da Çin’e fevkalade ilgisi var. Sinolojinin altın çağları. Amiot da Çin’e gidiyor. Burada İmparator Qianlong ile ahbaplık ediyor. İmparator Qianlong’un mensup olduğu hanedan Çing Hanedanı. Bunlar aslında Mançu. Biliyorsunuz Mançular Çin’de bir azınlıktır. Çin’e hükmetmenin bedelini dillerini ve kültürlerini terk ederek ödediler. O yüzden içlerinde çok ateşli Mançu milliyetçileri vardır. İmparator da onlardan biri. Mançu dilini ve kültürünü korumak için çok didinmiş. En büyük destekçisi de Fransız bir papaz. Amiot, Mançuca’dan Fransızca’ya, Tibetçe’ye, Sanskritçe’ye, Çince’ye sözlükler hazırlamış. Adam zaten imparatorluğun Mançuca - Latin dilleri resmi tercümanı. Manyaklığa bakar mısınız? Mançuların kültürlerini anlatan tafsilatlı bir kitap da yazmış. Yetmemiş bir de müzik araştırmaları yapmış, bunu kitaplaştırmış: “Mémoire sur la musique des chinois, tant anciens que modernes” - Modern ve Kadim Çin Müziğine Dair. Avrupa’nın Çin müziğiyle tanışması bu kitap sayesinde olmuştur. Kitabın bir yerinde [bölüm 9, sayfa 78-85] Cheng diye bir aletten bahsediyor uzun uzun: “İrili ufaklı bir sürü bambu flüt birbirine bağlanmış, bunlar da kaz boynuna benzer bir ağızlığa iliştirilmiş…” Çalım tekniğinden notalarına kadar tüm detayları tarif etmiş. Bir de resmini çizmiş. Aşağıya Amiot’un çizimini ve aletin çalışma prensibini anlatan bir videoyu ekliyorum:
Ne manyaklık değil mi? Nefis bir alet. Bizlerin duyduğu şaşkınlığı, o dönemde bu kitabı okuyan Avrupalı ekabir de duymuş. Şaşkınlık hayranlığı, hayranlık da imrenmeyi doğurmuş. Aslına bakarsanız bu aletin Güney Asya’da pek çok benzeri var. Hmongların lusheng’i, Borneoluların keluri’si, Malayların sompoton’u vs… “Paçavralar içindeki hırpani barbarların ettiğine bak sen” diye düşünmüş Evropalı. Aleti Batılılaştırma girişimleri Kopenhag Üniverstesi rektörü Christian Gottlieb Kratzenstein ile başlamış. Hem fizikçidir hem de hekim. Elektroterapinin mucidi sayılır. Onun çabaları ardıllarını yüreklendirmiş. Eli yüzü düzgün ilk armonika, Alman enstrüman yapımcısı Johann Caspar Schlimbach’tan sadrolmuş (1815). Adını da aeoline koymuşlar. İngiliz enstrüman yapımcısı Charles Wheatstone ise bunu geliştiren kişidir (1828). Aşağıdaki fotoğrafta ilk mızıkaları göreceksiniz.
(Bu yazının konusu değil ama ekleyelim; akordeon, bandaneon vs. gibi aletler de bu gayretin mahsulüdür. Bu tarihten evvel yoktur.) Mızıka hepinizin bildiği gibi ilk kez Hohner tarafından seri şekilde üretildi. Matthias Hohner aslında saat yapımcısıdır. Karısıyla birlikte mızıka yapmaya başlıyorlar ve 1857 yılında 650 tane satıyorlar! Tabii o zamanki mızıkalar diatonik. Yani mesela C majör armonika C-D-E-G-A-B-C notalarından oluşuyor. Dolayısıyla son derece kısıtlı bir alet. Tabii dudakla bend yaparak falan bazı yarım sesleri çıkarabilirsin ama yine de kromatik armonika yanında mahdud bir alettir. 1910 civarında piyasadaki en büyük ve en prestijli satıcı olan Hohner, kromatik mızıkayı üretmeye başlıyor.
Artık armonika günümüzdeki halini almış oldu. Tarihin cilvesi diyelim; Uzakdoğu’da, bilhassa da Japonya ve Çin’de müthiş bir ilgiyle karşılandı. ABD başkanı Abraham Lincoln’ün alakası, mızıkaya dünya çapında bir şöhret kazandırdı. Rivayet edilir ki beyefendi şöyle buyurmuşlar: “İki vazgeçilmez zevkim vardır. Evimin verandasına oturup tütünümü tellendirmek ve Hohner mızıkamı çalmak”. Tabii bu alaka mızıkaya sahte bir kültürel himaye de sağlamış oldu. Öyle ki mızıka (diatonik olanı kast ediyorum) ABD’nin öz evladı sayıldı. ABD’nin halk müziğinde hatırı sayılır bir yer kazandı. Armonikasız bir country veya bluegrass hatta blues düşünülemez oldu. Bir saz, halk müziği sınırları içerisinde kalırsa gelişemez çünkü halk müziği durağandır. Daha doğrusu halk müziğinde devrimler, atılımlar yoktur. Bu iyi veya kötü bir şey değil. Durumu anlatıyorum. Halk müziği sınırlarına hapsolan diatonik mızıka da güdük kaldı. Bu sazı çalmak için müziğe düşkün olmak gerekmiyor. Şimdiki ukulele gibi. Oturup bir-iki saat uğraşırsan ufak tefek çalmaya başlarsın. Kornoyu ufak tefek çalmak diye bir şey yoktur. Daha önce konuşmuştuk bunu. Neyse, alet ilk kez kalıplarının dışına John Sebastian Pugliese (1914-1980) ile çıkmıştır. Kendisi için “ilk armonika virtüözü” desem yanlış olmaz. John Sebastian için mızıka konçertoları bile bestelenmiş. George Kleinsinger, Alan Hovhaness, Alexander Tcherepnin vs. John Sebastian ilktir ancak halefleri boynuzu geçmiştir. Larry Adler ve Robert Bonfiglio mızıkanın en büyük iki ismidir. Bonfiglio için söylenen “mızıkanın Paganini’si” tabiri yerindedir. Bu isimlerin kayıtlarını muhakkak dinleyiniz. İnsan heyecandan yerinde duramıyor. Bir de Toots Thielemans var tabii. O ABD’deki akranlarından farklı olarak caz çalmış. Saydığım bu isimler mızıkaya bir ciddiyet, vakar kazandırmaya çalışmışlardır. Başarılı olduklarını söyleyemem çünkü mızıka caz ve klasik müzikte kendine yer bulamamıştır. Hala blues ve country ile anılır. Bir araba laftan sonra artık bizim memlekete gelelim.
Ahmet Faik Şener (d. 1925) nam-ı diğer Balarısı Ahmet. Duydunuz mu bu ismi? Armonika virtüözü. Virtüöz derken öyle lafın gelişi değil. Hakiki bir usta bu adam. Hukuk okuyormuş, bırakmış. Müzisyen olmaya karar vermiş. Balarıları diye bir grup kurmuş. Bebek Gazinosu’nda, Tepebaşı Bahçesi’nde falan sahne alıyorlar, mecmuada reklamları çıkıyor; “Müthiş Komikler Balarıları Her Akşam Bebek Gazinosu’nda”. 1950’ler. Tabii bunu salt müzik olarak değerlendiremeyiz. Neden? Komikler diye sunuluyorlar bir kere. Müzikli komedi gösterisi yapıyorlar yani.
Komedi işi ona oldukça mütevazi bir şöhret kazandırıyor. Herkesin diline dolanan şu müzik onların eseridir mesela. O yıllarda bu kulvarda yaşıtı bir rakibi de var: Celal Şahin. Bu isim sanıyorum günümüzde tümüyle unutuldu. Eğer sizler de duymadıysanız mutlaka tanışmanızı öneririm. Celal Şahin acayip maharetli, fırlama bir tip. Akordeon çalıyor, mızıka çalıyor, dans ediyor, taklit yapıyor, şarkı yazıyor falan filan. Aventürye bir herif aynı zamanda. Mesela Müzeyyen Senar bir ara elinde 40 günlük bebeyle ortalığa dökülüp “bu çocuk Celal’in” diye tutturuyor. Celal Bey bunu reddediyor, bir de üstüne dava açıyor ve kazanıyor1. Her neyse, kısacası sahne komikliği işinde Balarısı’nı yayan bırakır.
Balarısı Ahmet ile Celal Şahin kıyasıyla ilgili şunu da söylemek gerekir tabii; Balarısı’nın sahne komikliği ile Celal Şahin’inkini kıyaslamak mümkündür ancak müzisyenlikleri asla kıyaslanamaz. Celal Şahin için müzisyenlik takma bıyık gibi, peruk gibi bir güldürü aracıdır. Bundan fazlası değildir. Balarısı Ahmet ise bırakınız dünyada bilinir olmayı, memleketimizde bile tanınmaz fakat sizi temin ederim ki dünyanın en iyi armonika virtüözleriyle aşık atacak kabiliyettedir. Bu çok önemli çünkü bizim memlekette pek az böylesi usta vardır. İdil Biret, Volkan Öktem, Aydın Esen, Celil Refik Kaya… Aklıma gelmeyen üç-beş kişi daha vardır ama o kadar işte. Fakat Balarısı Ahmet tüm bu örneklerden farklıdır. Bir kere çaldığı müzik ne cazdır ne de Klasik Batı Müziğidir. Zaman zaman Klasik Batı Müziği çaldığı olmuş tabii. Mesela 82 yılında bir konserde, Malcolm Arnold’un Larry Adler için bestelediği mızıka konçertosunu seslendirmiş2. Vay anasına ya! Mızıka için yazılmış en kazık eserdir bu. Balarısı’nın Larry Adler’e verdiği gözdağıdır bu konser. Aynı adam Refik Talat’ın Mahur ve Şedaraban Saz Semailerini; Tamburi Cemil Bey’in Ferahfeza Saz Semaisi’ni falan çalmış. Bunu alelade bir sentez veya füzyon falan gibi görmeyin. Bir zaman Ahmet Koç diye bir adam türediydi. Bağlamayla My Way falan çalıyordu. Bu neden rezil bir iş? Çünkü sazı bağlamından koparıp, üçüncü sınıf bir düzenlemeyle batı müziklerine meze etmiş. En kibar tabiriyle saygısızlıktır, terbiyesizliktir bu. Lin Pesto’nun düzenlemelerini düşünelim ya da. Ortaya çıkan şey ne müziktir ne taze bir fikir; basit ve birbirinin aynısı şakalardır. Balarısı Türk Müziği’ne bütünüyle yabancı bir sazı, hem sazın hem de çaldığı müziğin kimliğini muhafaza ederek çalıyor. Bu sadece teknik beceriyle altından kalkılacak iş değildir. İçtenliği, olgunluğu ve müziği bilmeyi gerektirir. Tam da bu yüzden büyük ustadır Balarısı. Ne yazık ki pek çok kaydına ulaşmak mümkün değil. Bu sadece arşivcilerin veya dinleyicilerin kabahati değil tabii; zira adamın kendisinde bile yok plaklarının bir kısmı. Her neyse; Balarısı ile tanışmadıysanız muhakkak tanışın. Gıptayla dinlenecek, abide bir müzisyen.
Haftaya görüşmek üzere
Sevgiler.
Milliyet Gazetesi’nin 05.03.1958 tarihli haberi
Cumhuriyet Gazetesi’nin 13.03.1982 tarihli haberi