Geçen haftalarda İpek’in (Odabaşı) bir paylaşımına denk geldim. A.I.D. (Art Is Dead) namlı bir ‘kolektif’i var İpek’in. Duydunuz mu bilmem. 8-10 senedir küçük çaplı konserler düzenliyorlar. Duman coverı falan çalmıyorlar tabii, çeperdeki müzikler seslendiriliyor; özgür doğaçlama, rastlantısal tango, transeksüel swing… Neyse uzatmayayım; konserlere Türk dinleyicilerin pek iştirak etmemesinden yakınmış. “Biz kimsenin gelmediği konserler yapmaya devam edeceğiz, bekleriz” kabilinden bir şeylerle de bitirmiş. Güzel. Tefsiri şu: “Ortaya koyduğumuz işin çıtası öyle yüksek ki, üstünde pek az kişi kalıyor. Oysa gayret edip alaka gösterseler anlayabilirler.” Esasa itiraz etmeden önce usulle ilgili bir şey söyleyeyim: Konserleri Büyükada’da bir kitapçıda ve akşam vakti düzenlediğiniz için de mevcut yetersiz olabilir. Büyükada - Kabataş seferi yapan son vapur 21.45’te. Avrupa Yakası’nda oturan biri için git gel hiç yoksa 6 saat yol demek. İnsan düşünürken bile yoruluyor. Şimdi esasa geçelim.
Türkiye’de avangard müziklerle ilgilenenlerin sayısı sandığınız kadar az değil. 2017 idi galiba, Fred Frith konserine gitmiştim. Hiç yoksa 500 kişi vardı. Seneler evvel Cecil Taylor gelmişti. Salonda tek boş koltuk yoktu. Oğuz Büyükberber’in solo konseri, Talking Cows, Marcin Masecki… Bu müziklerin İstanbul’daki dinleyici sayısı 500 ila 1000 kişi arasında bir yerde olmalı. Giderek azalıyor. Bin türlü sebebi var bunun; şehrin çirkinleşmesi, ufak ve kimlikli konser mekanlarının kapanması, sanat ve kültür üretimindeki tıkanma, ailenin küçülmesi, insanlar arasındaki ilişkinin dolaylı hale gelmesi (sosyal medya, akıllı telefon, skype, zoom vs.) vs. vs. Bir de sahtenin hakiki olana galip gelmesi. Cinsiyet eşitliğini bebelere giydirilen elbiselerin rengi üzerinden tartışan, LGBT hareketini vasat trans sporcuların oyunbozanlıklarına meze eden, feminizmi cinselliği özgürce yaşama kavgasından ibaret sanan, declared gender saçmalığından mağduriyet devşiren, 8 Mart Dünya KADINLAR gününü yaraklı bireylerin karnaval kortejine dönüştüren, Caz Festivali’ni Mabel Matizlerin, Melike Şahinlerin podyumu haline getirerek sulandıran, özgürlük savaşını aşı zorunluluğu bayrağı altında verenler; zevahir düşkünleri, pinkwasherlar sahici olana galip geldiler. Hayatın hemen hiçbir alanı kalmadı işgal edilmeyen. Durum bu. Ne diyorduk? A.I.D.’in tertiplediği konserler, evet. Gidip görmüşlüğüm var. Zoka ben toyken kolay geçerdi boğazımdan. Hiç unutmam bir gün Akbank Sanat’ta konsere gittiydim. Hüseyin Ertunç’un ismi kalmış aklımda. Başkaları da vardı sahnede ama kim bilir kimlerdi. Serbest doğaçlama çalıyorlardı. Epey de kalabalık. Pür dikkat dinliyor herkes. Ulan ben mi anlamıyorum acaba yoksa bunlar hakikaten de adam mı sikiyorlar? 10 dakka, 20 dakka, 40 dakka… Eeeh, yok dayanılır gibi değil. Ayağa kalkıp Ferhan Şensoy gibi “hassiktir, hassiktir” diye söylene söylene, sıram üzerindekilerin önünden süzülerek dışarı çıktım. “Cık cık”layanlar, “saygısız” diye fısıldayanlar, homurdananlar… Oh. Öyle ferahladım ki. Müzikal bir aydınlanma yaşadım adeta. O zamana dek pek çok böyle maskaralığa tanık olmuş fakat kabahati kendimde bulmuştum. “Ben anlamıyorum zaar”. İşte İpek de onu diyor; “bizim konserlere hep ecnebiler geliyor, Türkler iştirak etmiyor ama olsun biz yine de devam edeceğiz” falan, filan… Nisan başında yine bir konser düzenlemişlerdi. Mis Sokak’ta. SAVT, Anıl Eraslan, Merve Salgar, Tzii diye bir şey… Merve ve SAVT hakkında önceden yazmıştım. Bir şeyler denediklerini, sakil durmadığını, gelecek vaat ettiklerini falan söylemişim. İnsan yanılır da bu kadar mı yanılır be kardeşim. Neresinden tutsan elinde kalır. Acayip banal, acayip sığ ve kitsch bir doğaçlamaydı. Anıl ile Merve daha da feci. Anıl bu tip organizasyonların demirbaşıdır. Daha önceden pek çok kere maruz kalmama rağmen halen daha alışamıyor oluşumu garipsiyorum. Tüylerim diken diken oldu dinlerken. Geçen haftalarda Büyükada’daki kitapçıda yaptıkları konserin de videosunu izledim. Gitar döven bir soytarı, trompete tüküren bir deli, ortada da zibidinin biri kendini yırtıyor: Deniz Güngören. Ne yapıyorlar? Serbest doğaçlama. Ya hassiktirin oradan be. Serbest olmayanını becerdiniz de serbeste geldi sıra öyle mi? Müzik nedir falan diye düşünüp taşınanların getirdiği izahlar hep aynı kapıya çıkıyor: Müzik bir dildir. Bana da öyle geliyor. Yazmıştım da. Artık öyle düşünmüyorum. Evet müzik aracılığıyla iki müzisyen şakalaşabilir, bir şeyler anlatabilir. Bu haliyle de dile benziyor ama esasen müzik bir oyundur. Buna yeni uyandım. Oyun denen şey, üzerinde uzun uzun düşünmeye değer, hayati bir konu. Tüm hayvanların hayatında vazgeçilmez bir yeri olmasına rağmen fonksiyonu da tam anlaşılmış değil. Oyun niçin zevklidir? Kedi yavruları niçin oynarken zevkten dört köşe olurlar? Bebekler “ce-ee” ye niçin böyle ağız dolusu gülerler?
Huizinga’dan Homo Ludens, Eric Berne’den İnsanların Oynadığı Oyunlar ve Metin And’dan Oyun ve Bügü. Bunlar ufuk açıcı, nefis kitaplar. Oyunun çerçevesini aşağı yukarı şöyle çiziyorlar:
Oyun keyfe kederdir.
Oyun gündelik değildir. Aslı hayattan başka bir şeydir. (Gündelik hayatın içinde bir kesinti, rahatlama meşguliyetidir)
Oyun yalıtılmıştır ve sınırları vardır. Mutlak bir düzeni vardır. Düzenin ihlali oyunu bozar.
Oyun bir şey için mücadeledir ve bir şeyin temsilidir.
Bu reçeteyi dile uygulayamazsın. Dil keyfe keder olmadığı gibi bizi gündelik hayattan da koparmaz. Bir şeyin temsilidir ancak mücadele değildir. Bazı yönleriyle oyuna benzese de dil (o da oyun gibi yalıtılmıştır ve mutlak düzene sahiptir) ve oyun birbirini ikame eden şeyler olamazlar. Dil bazen oyunun araçlarından biridir. Fazlası değil. A.I.D. konserlerindeki ‘serbest’ doğaçlamalarda veya Hüseyin Ertunç’un soytarılıklarında kural yoktur dolayısıyla ihlal edilebilecek düzen de yoktur. Yani bu tanık olduğumuz şey oyun değil performanstır. Fakat müzik performans değil oyundur. Bana çok ilginç gelen bir şeyden bahsedeceğim. İngilizce’deki to play fiili, biliyorsunuz hem (oyun) oynamak anlamına geliyor hem saz çalmak. Hemen hemen tüm Avrupa dillerinde durum aynı. Ben İngilizce üzerinden anlatayım anlatacağımı. Şimdi efendim 11.yy İngilizcesinde “saz çalıyorum” demek için hangi fiili kullanacaktık? Play mi? I ıh. Doğru cevap swegan olacaktı: ic i swege saltere. Yaa. Gürültü yapmak, ses çıkarmak, kükremek, müzik aleti çalmak… manalarına gelen bir fiil. Play ise (11.yy İngilizcesinde plegan) oyun oynamak, dans etmek, hareket etmek anlamında kullanılıyordu. 15. yüzyıl civarında swegan fiili sweye halini almış; plegan ise pleyen olmuş. Fakat sweye’nin anlamı daralmış. Sade “ses çıkarmak” olmuş; to sound. Pleyen ise ilk kez saz çalmak anlamında da kullanılmaya başlanmış. 18. yüzyılda ise günümüzdeki play halini almış. Sweye de sway’e dönüşmüş. Anlamı ise büsbütün değişmiş: Salınmak, yalpalamak, eğmek vs…
Epey mesai harcadım ve “çalmak” fiilinin diğer dillerdeki serencamının ardına düştüm. Gördüğüm kadarıyla müzik aleti çalmak için kullanılan fiiller ilk başta ses çıkarmaya veya ses çıkarma tekniğine atıfta bulunuyor. Mesela öttürmek. Dîvânu Lugâti't-Türk’te “sıbızgı öttürmek” diye geçiyor. Sipsi çalmak yani. Hala kullanılır öttürmek tabii ama tercih edilen fiil çalmaktır. “Cem Önertürk çok güzel flüt öttürüyor“ diyeni duymadım. Güney Slav dillerinde de svirati (свирати) fiili vardır buna denk düşen. Efendime söyleyeyim Arapça’da d-r-b kökünden türeyen daraba fiili var. Vurmak anlamına geliyor esasında. Darp. Müzik aleti çalmayı da ifade ediyor. Ondan türeyen mızrap kelimesini düşün. Hintçe’deki karşılığı bajaana. İngilizce swegan’ı konuştuk zaten; ses çıkarmak, kükremek anlamına geliyor. Türkçe bunun istisnalarından biri. Çalmak fiilinde oyuna atıf yok. İşin tuhafı 13.yy’dan önceki Türkçe’de çalmak yerine kullanılan fiil oyuna atıf yapan bir fiildi: Atızmak. Bunu Gerard Clauson’un sözlüğünde görebilirsiniz (An Etymological Dictionary Of Pre-Thirteenth-Century Turkish). “Eligi kopuz atızu, ağzı yırlayu olurdı” yani eli kopuz çalar, ağzı şarkı söyler. Uygur Türkçesinde yaşamaya devam etmektedir bu fiil.
Falan filan…
Sonra (çoğunlukla) şu oluyor ; ya bu kelimeler kullanımdan düşüyor ya da anlamı daralıyor veya değişiyor. Onların yerine (oyun) oynamak, şaka yapmak, yarışmak anlamına gelen bir kelime geçiyor. İngilizce’de swegan fiilinin yerine play fiilinin geçmesi, Arapça’daki daraba yerine l-’-b kökünden türeyen ve oyun, şaka anlamlarına gelen laeib (لعب) sözcüğünün geçmesi, Arnavutça’daki bie fiilinin (vurmak) yerini luaj’a (oynamak) bırakması, Romence’deki undui’nin (üflemek) yerini juca’nın (oyun) alması… Ee? Nereye varacak bu kadar laf? Şunu demek istiyorum; müzik tarihin şafağında vurmak, öttürmek, ses çıkarmaktan başka bir şey değildi. Katıksız ve dolaysız bir eylem, fazlası değil. Sonra bu eylem bir müsabaka sahasına dönüştü. Yarış için kural gerekir. Kural da beraberinde düzeni getirir. Daha önceden de sık sık söylediğim gibi; sanat evvela bir düzendir. Gerçekliğin yeniden ve törensel olarak düzenlenmesidir. Ritüelin teşhiri ve kavramsallaşmasıdır. Huizinga “Kültür oyun biçiminde doğar” der. Kısa, öz ve çok bilgece bir tespit. Oyun kültüre dönüşmez, kültür oyuna dönüşür yani. Vurmak, öttürmek, tıngırdatmak kültürü var eden katıksız eylemlerdir ve bu kültür oyuna dönüştüğünde onu ifade eden fiiller de değişirler, oyuna atıfta bulunurlar. Şimdi işin en ilginç kısmına geliyoruz. Öyle görünüyor ki çalmak manasına gelen fiile (to play) ciddi bir rakip doğdu: To perform. Mesela Türkçe’de de icra etmek fiili var. Müzik 19. yüzyıldan önce “icra edilen” bir şey değildi. Çalınırdı, terennüm edilirdi falan ama icra edilmezdi. Ahmet Vefik Paşa’nın sözlüğünde (Lehçe-i Osmani -1876) icra kelimesi bulunmuyor. Şemseddin Sami sözlüğünde (Kamus-i Türki -1901) ise şöyle diyor:
Akıtma, isale: Suyu cetvellere icra etti
Kuvvede olan bir işin fiile ihracı, bir karar veya hüküm nizamının tatbiki, mevkı-i fiile konması, infaz: Hakkındaki karar daha icra olunmadı
Muamele-i resmiyesi görülüp bitme, ifa: Filan yere memuriyeti icra olundu
TDK sözlüklerinin 1960 sonrası baskılarında ilk kez müzik seslendirme anlamına gelmeye başlıyor icra. 2010 sonrasında icra yerine performans kullanılmaya başlandı bizde de. “Gaye’nin falanca sahnedeki performansı şahaneydi” gibi. İngilizce’deki to perform fiilinin müzikle ilişkilendirilmesi 20. yüzyıldır.
Ne demek bu? Bir oyun olan müzik performansa dönüşüyor demek. Performans oyunun aksine bireyselliğe atıfta bulunur. Yarış unsurunu ikinci plana atar yani. Happening denen zırvanın da yine 20.yy ortalarında çıkması tesadüf değil. Müziği biricik, tekrar edilemez, spontan, kuralsız, mekansız bir şey gibi görmektir bu. Yozlaştıran, koflaştıran, sahte mütevaziliği kendine siper eden, caka satan bir yaklaşım. Görüldüğü yerde alaya alınmalı, dışlanmalı, küçümsenmelidir. Çünkü bunlar oyun bozanlardır. Müzik bir oyundur ve oyunların kendine ait mekanları, kuralları vardır. Oyun icra edilmez (perform) edilmez, oynanır. Her oyunun kuralı vardır ve her oyun kazanma arzusunun tezahürüdür. İpekler, Pınar Üzeltüzenciler, Haziran Düzkanlar, DenizGüngörenler, MerveÖngenler, AnılEraslanlar ve ilah; rekabeti, kazanma arzusunu güç arzusuyla veya egemen olma arzusuyla karıştırıyorlar. Efendim kazanmak itibar ve onur verir. Kazanma arzusu birinci olmaya, başkalarını geçmeye, onurlandırılmaya duyulan susuzluktur. Esas olan itibardır, kazanmaktır; güç değildir. Her boka “patriyarka” diye saldıran bu güruh feminizmin, demokrasinin, insan haklarının içini boşalttığı gibi müziğin de içini boşaltıyor. A.I.D. konserlerindeki sözümona doğaçlama “icra”ları onların ima ettikleri gibi çıtası yüksek işler değiller. Deli saçması zırvadan başka bir şey değil bunlar. Gerçek bir doğaçlamanın nasıl olduğunu duymak isteyenlere Eric Dolphy’nin bir solosunu öneririm.
Bu solonun transkriptine bakınca Dolphy’nin kurallar dahilinde nasıl bir cambazlık yaptığını, zemindeki akor yürüyüşünü nasıl da esnetmiş olduğunu hayretle ve hayranlıkla fark edersiniz. Öyle ki kendinizi küçücük hissedersiniz. Dolphy’i tanrı gibi görürsünüz. Aha uygarlığın mayası olan oyun da budur, müzik de budur.
hay senin ağzına sağlık... müzik üzerine okunmaya değer bişeyler yazdı biri (en sonunda!)
huizingayı okuyalı 20 yılı geçmiş ama okurken şunu şerh düşmüştüm: "oyun katliamın provasıdır"
aşağıda aid'in borazanı gelmiş "eleştirecekseniz bilmek zorundasınız" filan demiş. lan sen event düzenlerken, müzik sıçarken veya müzik üzerine konuşurken götünün deliği ne tarafta haberin yok , bunu eleştirenin eleştirdiği şeyi bilmesi lazım he mi? sizi gidi vibsan işçileri sizi.
oyun=âyin. "ozan" da bu kökten; "ayini oynayan/oynatan".