Ciddiyet günümüzde köhnemiş bir tavır, demode bir fazilet olarak görülüyor. Hatta bazen ahlakçıların takındığı bir maske, üst sınıf mensuplarının giydiği bir kamuflaj diye küçümseniyor. Oscar Wilde’ın The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) adlı piyesi, bu argümanın en lezzetli takdimlerinden biridir herhalde. Piyeste her zaman ‘ciddi’ (“earnest”) bir beyle evlenmek isteyen Gwendolen isimli bir hanım ve bu hanımı ayartmak için isminin Ernest olduğu yalanını uyduran Jack isimli bir bey vardır. Jack pek onurlu, ahlaklı, ciddi bir beyefendi imajı çizer. Öyle ki vasisi Cecily, amcası için “Sevgili Jack Amca çok fazla ciddi! Hatta bazen öyle ciddi oluyor ki halinin iyi olmadığını düşünüyorum” der. Oysa Jack’in ciddiyeti, dürüstlüğü vesaire koftur. Viktoryen dönemin soylu, ciddi erkeği na işte budur. Karşısındaki kadın karakter (Gwendolen) ise dönemin ‘ciddi’ kadınını alaya almak için yaratılmış; Ernest ismine duyduğu saplantılı ve absürt tutkuyla, imaj düşkünü bir gösterişçidir (“Ne kadar muhteşem mavi gözleriniz var, Ernest! Öylesine, öylesine masmaviler ki... Umarım bana her zaman şimdi olduğu gibi bakarsın, özellikle de başka insanlar varken”). Üçüncü karakter Algernon isminde bir bey. Tam bir dandy. Bu kelimenin bizim dilimizde bir karşılığı galiba yok. Züppe kesinlikle karşılamıyor. Dandy her zaman çok şık giyinir, canı yandığında dahi gülümseyecek kadar duygularını kamufle etmekte mahirdir. Ciddi şeyleri lakayt bir tavırla, havadan sudan şeyleri ise vakarla ele alır. Kendiyle dalga geçer ama kendini beğenmiş biridir. “Dandy, başkalarını şaşırtmanın keyfini süren ama hiç şaşırmamanın gururunu duyan diri bir benlik kültüdür.” Dandy’nin tanımını belki de en iyi Gwendolen, Algernon’u tarif ederken yapıyor: “Hiçbir şeyi yok, ama her şeyi varmış gibi görünüyor. İnsan daha ne isteyebilir ki?” Dördüncü ve son karakter ise Cecily isminde bir hanım. Üst sınıftan biri değil. Onlara öykündüğünü söylemek de zor. Fakat onların üstünlüğünü de kabul etmiş gibi görünüyor. Gwendolen’den etkilenerek o da Ernest ismine bir saplantı geliştiriyor ancak başka isimde birine aşık olabilecek kadar da sahici biri. Sosyeteyi temsil eden Gwendolen’in tam tersi yani. Ciddiyetin dört farklı çehresi. Fakat ciddiyeti takınılan bir tavır, fondöten bir üslup, “sakil bir ihtiyat” gibi görüyoruz burada. Sizce de öyle mi peki? Meral Uğurlu bu çehrelerden birine oturuyor mu?
“Şaka olmayan” demiş TDK ciddi için. Bence nefis bir tanım. Basit ve kapsayıcı. “Önem verilen, önemli” diye devam etmiş. Daha eskiye gidelim (17. yüzyıl); Meninski’nin sözlüğünde “ihtimamlı çaba, gayretli çalışma” olarak geçiyor.
Müzik ciddi bir şey midir? Bir sürü sıkıcı laf ebeliğiyle içi doldurulacak bir soru gibi görüyordum önceden. Şimdi iyi bir soru gibi geliyor. Müziğin ne işe yaradığıyla ilgili epey kafa yormuştum bir ara.
O zaman nasıl aklıma gelmemiş hayret; müzik (veya sanat) kapasitemizi arttırmaya yarar. Hayatın sürprizlerine, feleğin oyunlarına, kaderin cilvelerine hazırlıklı olmanın, başımıza geleceklere vakarla, temkinle göğüs gerebilmenin yolu ruhsal kapasiteyi arttırmaktan geçer. Vakar ve temkin kelimelerini vurgulama sebebimi de izah edeyim. Ciddiyetin tanımı yapılırken sık sık “ağırbaşlılık, vakar olma hali” ifadeleri geçiyor. Vakar ile ciddiyet birbirlerinden farklı şeylerdir aslında (Zaten ciddiyet kelimesi çok yenidir). Vakar soylu bir ağırbaşlılığı ifade eder. Meral Uğurlu’ya atfedilen sıfat ciddiyetten çok vakara benziyor sanırım. Eski metinlerde vakarla birlikte sık kullanılan diğer kelime de temkinlidir. Mekinet diye de geçer. Günümüzde “risk almaktan kaçınan, garantici” gibi bir anlamı var ama aslında güçlü, dayanıklı anlamına gelir. İnsan boyunu aşan, sindiremediği, devasa şeylerle karşılaştığında ne hisseder, ne yapar? Taşkın bir sevinç, tarifsiz keder, katlanılmaz acı… İstiab haddini aşan duyguları idrak etme çabası, içine sokma gayreti olabilir müzik bazen. Gerçekten. Çünkü insan her zaman ham ve yarımdır. Sürekli olarak kendini yaratır, biçimlendirir ve bu dönüşümü bitmek bilmez. Hayvanların doğuştan sahip olduğu bu tamlık insana lütfedilmemiştir. Sırtlan toplumu yahut karınca kolonisinin örf ve adetleri hiç değişmezken, insan toplumunun kurallarının yıllar içerisinde değişmesi de bu yüzdendir. İnsan hem kendini hem de toplumu, cemiyetin kucağında ve durmadan baştan yaratarak ve biçimlendirerek sürekli değişen topluma ayak uydurma gayretindedir. Buna toplumsallaşma deniyor. Yani toplumsallaşmak demek uyum sağlamak, alışmak demektir. Öyleyse insan her zaman bir şeylere uyum sağlamaya çabalamaktadır. Bunun yolu da ruhsal kapasiteyi arttırmaktan geçer. Peki insan ve toplum sürekli değişirken duygular aynı mı kalır? Bu soruya ilk kez Lucian Febvre ciddiyetle cevap aramış. Aslında onun cevabı belli, duyguların değiştiğini düşünüyor çünkü bir duygular tarihçesi yahut duygu katalogu oluşturulmasını arzu ediyordu. Acizane ben de aynı kanaatteyim. Hatta duygu inşasının, insanın (insanlığın demek daha doğru olacak) üretebileceği en kıymetli şey olduğunu düşünüyorum. Şostakoviç’in 15 numaralı yaylı çalgılar dörtlüsü, Eric Dolphy’nin Take The A Train’deki solosu, Dilhayat Kalfa’nın Evcara Saz Semaisi … Karşılarında kendimizi küçücük hissettiğimiz, gündelik dünyamızın genişliğini aşan, havsalamıza sığmayan şeylerdir bu eserler. İnsan bunları kavrama gayretiyle büyür, genişler. Bu genişleme elbette fiziksel değildir. Balonun gazla şişmesine benzemez. Çünkü balon gazı sarar, onu içinde tutar, kapsar fakat ona katılmaz. Ruhumuz müzikle genişler, esnerken ona katılır, onunla mezc olur. Çeyizindeki duygularla yetinmeyen insanın serencamı budur. İşte bu sebeple müziği önemsiyor, ciddiye alıyorum. Gelelim Meral Uğurlu’ya. Hiç şüphe yok ki Meral Hanım da müziği ciddiye alanlardan. Fakat bunun dışında kendisinin vakur, ağırbaşlı da bir hali var. Ve mizacının bu çeşnisi öyle baskın ki okuyuşundan repertuar seçimine kadar her yere sirayet ediyor. Müziğin sadece asude, vakarlı ve kederli tarafını duyan yahut aksettiren; neşeden, cilveden, coşkudan yoksun bir üslup. Hafız Post’un Gelse O Şuh Meclise şarkısı nasıl olur da bu kadar kusursuz ama soğuk söylenebilir? Aynı şarkıyı Hamiyet Yüceses’ten veya Hamide Uysal’dan dinleyin ve kıyaslayın. Meral Hanım’ın hocası Münir Nurettin de pekala müziği çok ciddiye alan, vakarlı bir adamdır fakat bir Allı Yemeni söyler, dinlerken kaynar coşarsın. Meral Uğurlu’da bu sıcak, cana yakın üslubu bulamazsın. Repertuarını da zaten ona göre oluşturmuştur. Bu üslubun daha koyusunu Nevzat Atlığ’ın ve onun selefi Mesut Cemil’in korolarında da görürsünüz. Klasik Türk Müziği koro ile söylemeye pek müsait bir müzik değildir aslında. Çünkü bu müzik hem hanende hem de sazendenin, kendi ses alanı içerisindeki nağme ve süslemeleriyle lezzet kazanır. Notada yazanı olduğu gibi seslendirirsen peksimet gibi kupkuru bir şey çıkar ortaya. Koro hanendenin nağmelerini törpüler ve ortaya budaksız, düz bir ses çıkar. Sebebini anlamadığım bir şekilde bu korolarda vurmalı sazlar da yer almaz. Mesut ve Nevzat Beylerin niçin böyle bir tercihte bulunduklarını anlamıyorum. Hoppa mı buldular acaba? Neyse, bu üslup, bu iç bayıltan vakar, mıymıntı icra pek çok insanı bu müzikten soğuttu çünkü o kadar pürüzsüz ki eserleri birbirinden ayıramıyorsun. Bolahenk Nuri Bey’in deyimiyle “Harem ağaları gibi hepsi birbirine benziyor”. Çeşnisiz, katıksız, baskın bir tada ne kadar tahammül edebilirsen bu müziğe de o kadar tahammül edersin. En sevdiğin müziği alarm sesi yapmak kadar kötü bir fikir. Bunun ağırbaşlılıkla, ciddiyetle bir alakası olduğunu sanmıyorum. Ha, illa ki buna ciddiyet denecekse de Gwendolen’in ciddiyetinden pek farkı olduğunu düşünmüyorum: “Önemli işlerde esas olan içtenlik değil, tarzdır.”
Finalde madalyonun öteki yüzünü okuyalım. Meral Uğurlu çok çalışkan, çok yetenekli, çok hevesli, çok dürüst ve ahlaklı bir memurdur. Neredeyse tek başına bir üslubun temsilciliğini üstlenmiş, bu tutumuyla da bir pusula vazifesi görmüş, nirengi noktası olmuştur. Adeta bir referans kitabıdır. “Şunun doğrusu ne acaba?” dediğinde açar bakarsın. Fakat sorun şu ki bu kitaplar çoğu zaman resmi bir dille yazılır, okuyucuyla belli bir mesafeden konuşurlar. Heyecan uyandırmazlar yani. Ama çoğu zaman, her zaman değil. Kani Karaca da bir pusula, bir referans kitaptır ancak dinlerken feveran eder, galeyana gelirsin. Meral Uğurlu’da bu cana yakınlığı, dehaya özgü cünunu bulamayız. Aşağıdaki röportaj bunun delili gibidir. Mülakatı yapan hanıma verdiği cevaplara baksanıza; sanki kağıttan okuyor.
Yazıma Meral Uğurlu gibi büyük bir ustaya ve derleyiciye yaraşır bir işle son vereyim istedim. Radyo programlarından, plaklardan, kasetlerden bs. bulabildiğim tüm kayıtlarını makam ve bestecilerine göre tasnif ederek, bir araya getirdim. Bunların bir kısmı internette (şimdilik) var, bir kısmı yok. Şimdilik var diyorum çünkü bu arşivler bazen telif hakları sebebiyle bazen keyfi sebeplerle kaldırılıyorlar ve yok oluyorlar. Mesela Reşit Çağın arşivinin bir kısmı böyle silindi internetten. Sizinle paylaşacağım dosyada Meral Uğurlu’ya ait 269 tane kayıt var. Böyle bir kıyağı da kimse yapmaz.
Buyursunlar.
Hadi eyvallah.
“Mesut ve Nevzat Beylerin niçin böyle bir tercihte bulunduklarını anlamıyorum.”
Bu sorunuzun cevabını Alaturka Records’ın YouTube hesabındaki N.Atlığ ile (epey önce) yapılan mülâkatta bulabilirsiniz. M.Güntekin tam da bu soruyu sormuş, Atlığ cevaplamış.
Yenge müzikten anlıyor, çok şey biliyor. Yalnız makam tarifleri kalbimi acıttı. "Musa değil İbrahim, Azrail değil Cebrail" hikayesine dönmüş mevzuat. Makam hakkında biraz konuşmak için Öztüna'nın uyduruk dizilerini değil, eski edvarları incelemek ve Hacı Arif şarkılarına değil, Ayinlere bakmak gerekiyor üstâdım.