Türkçe yazılmış mansur ve mensur eserler içerisinde en şöhretlisi bir zamanlar Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı idi. Mevlit ismiyle bilinir. Günümüz insanına hemen hemen hiçbir şey ifade etmiyor. Evde yapılan merasimlerde din adamlarının okuduğu ezgili dini metinler. O kadar. Yani bizim için canlı olan metin veya onun ezgisi değil merasimin kendisi veya anısı. Oysa iki kuşak evveline kadar canlıydı. Kemal Tahir’in Karılar Koğuşu’nu okuyanlar Ayşe Ana için okutulan mevlidi hatırlayacaklardır: “İstanbullu için, asırlardan beri birtakım insanları bugünkü gibi bir araya toplayan, hemen hemen aynı ümitsizlik içinde böyle yere baktıran Süleyman Çelebi, şakaya gelmez bir şairdi.” Sıradan halk, Süleyman Çelebi’nin şairliğini takdir edecek vaziyette değil artık çünkü mevlit ile halkın rabıtası kalmadı. Bu metnin yerini başka metin veya metinler aldı. İstiklal Marşı olabilir belki. Ülkede hemen herkesin bildiği veya aşina olduğu bir metin. Etnik gruplar veya kabileler müşterek bir isim, ortak ata veya paylaşılan kültür etrafında şekillenir, onlar marifetiyle meydana gelirler. Kimlik, tarih, kültür ve kader bilincine sahip olan, kendisini ötekinden ayrıştıran ve bu bağımsızlığı muhafaza etme niyetinde olan topluluk ise halktır. Halkı bir arada tutan tutkal bilinçtir. Bu bilinç sayesinde kabileler arasındaki çatlakları yamayabilir. İşte bu bilinci oluşturan, onu kurumsallaştıran şey kurucu metinlerdir. Firdevsi’nin Şehname’si, Şota Rustaveli’nin Kaplan Postlu Şövalye’si, Homeros’un İlyada’si, Konfüçyüs’ün Şiirler Kitabı, Roland’ın Şarkısı, Ramayana, Sasunlu David… Kurucu metinlerin her zaman böbürlenen, destansı, neşeli, gür bir sesi vardır. “Uluslar, başarılarının ününü övme alışkanlığına sahiptir ve atalarını hatırlarken neşe içindedirler” der Saxo Grammaticus. Mit ve destanı masallardan ayıran şey nedir? Dikkat ediniz masallarda çocuğun kendini özdeşleştirdiği karakter her zaman sıradan biridir. Hatta bazen sakardır, sorumsuzdur, aptaldır. Kahraman olmaktan çok uzaktır. Öyle de olması beklenir çünkü masallar en ilkel arzularımızı doyurmak, alt benliğimizi şekillendirmek içindir. Mitler ise üst benliğe seslenirler. Kendimizi ya ideal insan olarak betimlenen kahramanla özdeşleştiririz ya da onun ülküsüyle. Bu yüzden masallar iyimser destanlar kötümserdir. Masalda zafer başkalarından ziyade kötülüğe karşı kazanılır. Destanda ise başkaları kötülüğün temsilcileri olmayabilirler. Sadece başkası olmaları onlarla savaşmaya yeter. Mevlidi de bu bağlamda düşünmek gerek. Kaleme alındığı yıllar (15. yüzyıl başı) Osmanlı Devleti’nin en çalkantılı zamanlarıdır. Timur bozgunundan sonra sadece devlet değil halkı bir arada tutan ne varsa -kültür, kimlik, din- dağılmaya başlamıştı. Şeyh Bedreddinler, Düzmece Mustafalar bu zor zamanların mahsulüdürler. Adı pek anılmasa da dağılan devleti ve kimliği toparlayan baş aktör Mehmed Çelebi (I.Mehmed)’dir. Sultanın portresini ve devrini tanımak için Zinkeisen’in emsalsiz eserini okuyun derim. Hem ağdalı hem de böyle coşkulu bir üslup çok az yazara nasip olur. Halkı bir arada tutan din, kimlik ve kültür de dağılıyor dedim. Asıl onu temellendirmek lazım. Zendeka ve ilhad hareketleri belki 10. yüzyıldan beri Anadolu’da görülür ancak bu hareketin en güçlü olduğu zaman 15. yüzyılın başına rastlar. Şahikası da herkesin malumu Şeyh Bedreddin’dir. Bu hareketin tasası neydi, neyi amaçlıyordu falan bunlar yazımın konusu değil. Çok kabaca şöyle özetlenebilir; Şeyh Bedreddin geleneksel Sünni İslam anlayışına muhalif bir kimseydi. Bedreddin’in yaşadığı devirde böylesi “heretik” hareketler istisna değildi. Hubmesihilik gibi İsevi hareketler bilhassa popülerdi. Süleyman Çelebi’nin mevlidi İsa’nın karşısına Muhammed’i koyan, onu tüm insanların ve hatta peygamberlerin de üstünde tutan bir metindir.
Ol gece hep putlar oldu ser-nigûn
Canına şeytânın uruldu düğün
Doldu küffarın içi vü taşı gam
Urdu her biri başına taşı hemHem kilisalar dahı yıkıldı çok
Kaldı altında keşişler oldı yok
Hristiyanlıktaki İsa kültüne alternatif bir Muhammed kültü yaratma çabasıdır bu. Geleneksel İslam anlayışına sahip bazı kesimlerce mevlidin bi’dat olarak görülmesi de bu yüzdendir.
İndiler gökten melekler saf saf
Kâbe gibi kıldılar beytim tavaf
Fakat öyle ya da böyle mevlid sıradan Sünni halk için kendini kahramanla olmasa da onun ülküsüyle özdeşleştirebileceği bir destan, bir harç olmuş. Metnin halk üzerindeki tesiri öyle büyüktür ki 1588 yılında bu merasim bir devlet protokolüne dönüşmüştür. Neyse lafı uzatmayım. Mevlidi bağlamına oturtmuş olduk. Şimdi kendi işimize bakalım.
Bildiğiniz gibi bu şiir ezgiyle okunuyor. İrticalen yani doğaçlama bir icradır bu. Daha evvelinde bestelenmiş ama sonra sonra unutulmuş. Belki de “tutmamış” desek daha doğru çünkü son asır içerisinde de birkaç kişi tarafından bestelendi (Bunlar içinde Kemal Batanay gibi bir usta da vardı) fakat hepsi de ebter kaldılar. Bu bestelerden bir tanesi var ki anmadan geçemeyeceğim. Selman Ada’nın kantat formunda bestelediği mevlit.
Eseri tenkit ve takdirle uzun uzun uğraşmayacağım. Konumuz da bu değil zaten. İcmalen tek kelimeyle geçiştireyim: Rezillik. Her konuda olduğu gibi bu konuda da iki kutup var tabii. Dikkat çekmek istediğim şeyse iki tarafın da eseri aynı kantarla tartması. Bir taraf kalıplara sığmaz, ezber bozan, yenilikçi bir eser görürken diğerleri “böyle mevlit mi olur” diyor. Zevahir tartışılıyor yani. Eserin müzikal değerine dair bir kritik yok ortada. Demek ki mevlit sanatın konusu değil. Hiç Klasik Türk Müziği konserine gitme fırsatınız oldu mu bilmem. Emel Sayın, Muazzez Abacı falan değil tabii ki kastım. Hakiki bir fasıl dinlediniz mi? Salondaki insanların ezici çoğunluğu mütedeyyindir. Kılık kıyafetlerinden bile anlarsın. Hele dini müzik icra ediliyorsa neredeyse tamamı mütedeyyindir. Pergolesi’nin Stabat Mater’ini veya Bach’ın Mass’ini dinlemeye gelenlerin kaçı dindar Hristiyanlardan çıkıyordur sizce? Şu çok açık ki din, Batı’da bir geleneğe veya folklora dönüşmüş, kimliğin kendisinden ziyade parçası olmuş. Bunda dindarlardan çok ladini kesimin payı var tabii. Dinle diyanetle işi olmayanlardan kaçı bir mevlit icrasını veya Mevlevi ayinini iştahla, merakla, salt müzik aşkıyla dinlemiştir? Selman Ada’nın bu boktan işi hiç değilse bir işe yaradı; mevlidi sanatın da konusu haline getirmek. Sanatın konusu haline geldi çünkü mevlit, bilet alıp gelen dinleyiceler için sahnelenmiş oldu. Bu, evde icra etmekle aynı şey değildir; sahnesiz/mekansız sanat olmaz. Çünkü sahne gerçek dünyadan başka bir dünyadır. Tiyatroda perde kalktığında geçirdiğiniz hızlı içsel dönüşümü düşünün. Az evvel başka bir yerdeydiniz de şimdi o basit gündelik hayatın kucağında buluverdiniz sanki kendinizi. Ya. İşte ben de mevlidi bir sanat eseri olarak ele alacak, tefsir edecek ve sizleri de buna teşvik etmeye çalışacağım. Bunu yaparken mevlidi kültürel, dini ve milli kostümlerinden soymak, onu çıplak bir ezgi olarak sunmak istemediğim için de uzunca bir önsöz yazdım.
Videoda Kani Karaca’nın 1971 yılında plağa okuduğu mevlitten Tevhid Bahri’nin deşifresini ve üstünkörü bir analizini bulacaksınız. Kani Karaca’ya ait başka mevlit icraları da var. Keza Hafız Kemal, Hafız Mecid, Hafız Kazım gibi başka mevlithanlara ait kayıtlar da var ama seçmiş olduğum bu icra hepsinin üstünde. Öyle inanarak, duyarak okuyor ki hissetmemek imkansız. Üstelik bir takım heves babası mevlidhanlar gibi dinleyiciyi nağme tufanında da boğmuyor. Meziyetini, bilgisini ve görgüsünü son derece zarif, ölçülü bir şekilde sunuyor. Karşısında kendini ufacık hissettiğin bir müzik abidesi.
Mevlidin nasıl okunacağı ile ilgili eldeki tek yazılı kaynak Ali Rıza Sağman’ın kitabı: Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar. Bu rehber kitapta ilk üç beyit için kısaca şunu söylüyor:
“Bu üç beyit, saba makamını iyice belirtmiş, okuyanın ağzında, dinleyenin kulağında yer tutmuştur. Bundan sonraki beyite aynı koldan, yani saba makamını seven makamlardan bir makama girebiliriz. Bu makam hüseyni veya acemaşiran olabilir. Bu beyitin hangi çeşniyle biteceğine bağlıdır.”
Kani Karaca tarife uygun şekilde ilk üç beyti saba makamında okuyor ve segah perdesinde bitirdiği için ufak bir segah çeşnisi tattırıyor.
“Bu beyitte önemli olan muhayyer, tiz saba gibi perdelere çıkmamaktır. Çığlık henüz mevsimsizdir.”
Segah çeşnisi biter bitmez de rehberimizin gösterdiği üzere Hüseyni’ye geçiyor.
“<<Her murada erişir Allah diyen>> kısmında okuyucu hangi makamdaysa o makamı sonlandırmalı çünkü bu beyit paragrafın da sonudur.”
Daha sonra da hüseyni perdesinde makamı sonlandırıyor.
“<<Aşk ile gel imdi Allah diyelim / Derdile gözyaş ile ah edelim>> beyiti adı üstünde aşk yumağıdır, nağme yuvasıdır. Mevlidhanın kendini gösterme durağıdır.”
Kani Karaca bu beyitte muhayyer perdesine kadar tırmanıp geri gelerek geniş bir hüzzam duyuruyor. <<Cümle alem yok iken ol var idi>> kısmı icranın şahikalarından bir tanesidir. Makamın tüm perdelerine, limanlarına, körfezlerine uğrayıp muhayyer perdesinde kalıyor ve bir süre kendini dinliyor. Sonra hicaz makamı duyuruyor: <<Var iken ol yok idi…>> Bir beyit hüzzama uğradıktan sonra bu kez neva perdesinde hicaz duyuyoruz: <<Kudretin izhar idüp…>> Ve beyit rast makamı ile sonlanıyor. Vay canına ya! Eric Dolphy solosu gibi yemin ediyorum. İnsanın yaka bağır parçalayası, Allah’ına kurban diyesi geliyor. Her ne kadar irticalen yapılan bir müzik olsa da mevlit gördüğünüz gibi kural, kaide ve teamülleri var. Böylesi kalın bir çerçevenin içinde nasıl da heybetli nağmeler çıkıyor görüyor musunuz? Hemen her beyit, birbirine uç uca iliştirilmiş ama birbirine hiç benzemeyen taze fikirlerle, çarpıcı ezgilerle müzeyyen. Ve bu icrada çok çarpıcı olan bir şey daha var; hiçbir çalgı refakat etmemesine rağmen bir an olsun akordu değişmiyor adamın. İnanılmaz bir şey bu. İsteyen tuner açsın baksın. Üçüncü ölçüdeki dügah perdesiyle otuzuncu ölçüdeki aynı. Milim kıpırdamamış. Yegahtan tiz çargaha kadar iki oktavlık alanda basılmadık perde bırakmadı üstelik.
Lafı daha fazla uzatmayım. Umarım ki bu konuda maariften bi-behre olanlar için iştah açıcı, teşvik edici olmuştur.
Bye.
Muhterem "Fatmagül'ün Yengesi" lâkabiyle müsemma ve memâlik-i türkîye'de yegâne münekkide-i musıkî olan Hânûm-i azîz,
Mükteseb ilminiz ile bendelerinize estonyalı san'atkâr Arvo Pärt hakkında küçücük bir yorum lütuf buyurursanız, onların mükedder gönüllerini ziyadesiyle dilşâd etmiş olursunuz.
"Pärt mâzîde kalmış, muazzam ve mutantan avrupa musıkîsine lâyık bir vâris midir?
Veyâhût onun eserleri o geleneğin gölgesine bile yakışmayan bir takım sefîl ve kopyacı nağmeler midir?" (Arkadaşlarla derin kavgaya düşmüştük de ondan soruyorum :)
Bu recâmın sabır mülkünün hududlarını tecâvüz etmediğini ümîd ederek hürmetlerimi arz ederim Efendim.
Orkun Zafer Özgelen, Kani Karaca'nın mevlit icrası için yaptığım analizdeki bazı hataları düzeltmiş ve eksiklerimi tamamlamış. Sizlerle de paylaşmak istedim.
1:04 te dügah makamı olmalı.
3:48 de bitirilen yerde hüseyni gibi görünse de bayatinin klasikleşmiş karar hareketidir.
4:58 de başlayan bölümde bayati yapılıyor ve karcığar ile devam ediliyor.
5:28 de suzinak demişsiniz fakat karcığar olmalı.
5:41de hüzzam değil gerdaniye yapıyor sonra inici rast gibi hareket ediyor.
7:39 da biten bölüm bayati.
Kendisine teşekkür ediyorum.