Bir müze düşünelim. Tanımadığımız bir memlekette olsun bu müze. Kapısından içeri giriyoruz. Minik spot lambalarıyla aydınlatılmış yüzlerce tablo görüyoruz duvarlarda. Heykeller de var. Bronz, plastik, kompozit, mermer… Kırk telden çalan üslup harmanı içerisinde kaybolup gidiyoruz çünkü tek bir bilgilendirici yazı yok. Bu resim kimin? Bu heykel niçin böyle? Kaç yılında yapılmış? İnternette falan da bulamıyoruz. Gördüğümüzle yetineceğiz. Nasıl fikir? Pek iyi bir fikir değil galiba çünkü müzeler ve galeriler eserlerle ilgili bilgilendirici yazılarla dolu. Bu bilgiler ne işe yarıyor? Fonksiyonu ne?
Mesela bir çocuk Malevich’in şu tablosunu görüp güzel bulur mu sizce? Ya da Schoenberg’in Verklärte Nacht’ı ile on binlerce dinleyiciyi bir araya toplayabilir misin? Hiç sanmıyorum. Ama Andre Rieu stadyuma 90.000 kişi toplayabiliyor. Hiçbir nitelikli klasik müzik dinleyicisi stadyumda klasik müzik konserine gitmez. Ancak Schoenberg kıyama durur da teşrif ederse belki. Yoksa zor. Rieu’daki keramet ne peki? Ne var repertuarında? Strauss’un Mavi Tuna’sı vardır kesin değil mi? Veya Iosif Ivanovici’nin Tuna Dalgaları. Sokaklarda akordeon çalarak para kazanan insanlar da en çok bu parçaları çalıyorlar. Demek ki bu müzikler ortalama dinleyiciye hitap edebiliyorlar. Kant buna saf beğeni (“das reine geschmacksurteil”) demiş. Barbarca (“barbarisch”) bir tutum diyor. Tabii bunu diyene kadar bir dolu şey yazmış, üst üste dizmiş de buraya öyle varmış. Biz de onu takip edelim.
«Amaç kavramın nesnesidir»
Maalesef filozofların ekseriyeti çok kötü yazarlar oldukları için tefsire ihtiyaç var. Cümleyi parçalarına ayıralım. Kavram ne demek? Onu çözersek gerisi gelecek. Ali Nesin’in nefis bir tarifi var; “nesnenin kendisi kaybolup sadece özellikleri kaldığında, geriye kalana kavram denir" diyor. Şahane. Demek ki kavram denen soyut şey, amacı sayesinde nesneleşiyor, adeta somutlaşıyor.
«…nesnenin sebebi olarak görülen kavram…»
Kavram nesnenin sebebiyse, nesnenin varlığı kavrama bağlıdır. Sebep ortadan kalkarsa sonuç olmaz. Yani kavram yoksa nesne de olmaz. Bu yüzden doğada nesne yoktur.
«…öyleyse nesnenin olduğu yerde amaç olacaktır.»
Madende saklı olan altın nesne değildir fakat çıkartıldığı andan itibaren nesneye dönüşür. Artık varlığının bir amacı vardır.
Barbar sadece sanat eserini veya kültür nesnesini görür ancak onun temsil ettiği, atıfta bulunduğu, temas ettiği şeyleri göremez. Demek ki sanat eserinin değerini belirlemek, onu tadabilmek için sanatsal yetkinliğe (bilgiye) ihtiyaç var. Müzelerdeki bu bilgilendirici yazıların fonksiyonu, sergilenen eserlerin konumunu tayin etmek konusunda bize rehberlik etmektir. Bundan yoksun olunca ne oluyor? Bourdieu, Darbel ve Schnapper’in bir çalışması var: Avrupa Sanat Müzeleri ve Ziyaretçi Kitlesi. Müzeleri ziyaret eden eğitimsiz kimselere “müzeyi beğendiniz mi?”, “neyi beğendiniz” filan gibi sorular soruyorlar.
“Buradaki şeyleri pek değerli buldum. Yüzyıllar öncesinin çalışması sonuçta”
”Bunlar böyle korunduğuna göre, yüzyıllar önce yapılan çalışma görülsün diyedir. Yani bunlar boş yere yapılmış değil."
"Çok zor iş bunu yapmak, çok beğendim."
Estetik bir hayranlık değil, ahlaki bir tutum var bu cevaplarda öyle değil mi? Donanımsız kişinin eseri kavrayamadığını görüyoruz. Eseri, eserin kendisi dışındaki hiçbir şeyle duygusal ya da düşünsel olarak ilişkilendiremiyor. Güzeli “kavramdan bağımsız, kavramsız hoşa giden şey” olarak tanıyor ve haliyle sanat eserlerine karşı bigane kalıyor. Bu yüzden dünyanın her yerinde kültürel eserlere erişim, kültürlü sınıfın ayrıcalığıdır. Teorikte meşru bir durum gibi duruyor değil mi? Avrupa’daki sanat müzelerinin hemen hepsi 25 yaşın altındaki AB vatandaşlarına bedavadır. Yani kapılar her isteyen açık ama eğitimsizler tenezzül etmiyorlar. Sanki “sadece kendisini dışarıda bırakanlar dışarıda kalıyor” gibi. Öyle mi? Pınar Üzeltüzenci ve hempalarının her derde deva “x sınıfsaldır”, “y sınıfsaldır” reçeteleri gibi olacak belki ama kültürel ihtiyacı eğitim yaratır. Hah, peki Harvard’a, Oxford’a, Yale’e falan kimler gidebiliyor? Anası babası Harvard, Oxford, Yale mezunu olanlar. İbadullah makale var bununla ilgili.
Demek ki eğitimli sınıf bu ayrıcalığı kendilerine kalan mirasa borçlu. Miras deyince akla hep mal mülk geliyor tabii ama İngilizcede pek öyle değil. Inheritance, heritage, legacy… Üçünü de miras diye tercüme ediyoruz fakat bu sözcükler aynı şeyi tanımlamıyorlar. Inheritance atadan kalan mal mülktür. Türkçedeki tam karşılığı tereke. Heritage ise daha çok kültürel mirası ifade eder. Legacy ise manevi mirastır. Atadan miras kaldı mı sadece Tarabya’da daire, Silivri’de arsa kalmaz. Gelenek, bilgi, görgü, davranış kalıpları, tecrübe, genetik falan da devredilir. Financial Times’da 2017’de çıkan bir makalede Çin’in şimdiki zenginlerinin %80’inin Mao öncesi zenginlerin torunları olduğu yazıyor1. Çok çarpıcı değil mi? Adam 50 yıl evvel zengin ve eğitimli kısmı tasfiye etmişti oysa. Bir kısmını öldürdü, bir kısmını sürdü, kalanların da itibar ve mevkilerini ellerinden aldı. Fakat Çin'in eğitimli ve zengin sınıfını aynı insanların torunları oluşturuyor yine. Demek ki atalardan sadece tereke (inheritance) kalmıyor; görgü, fazilet, basiret, huy, güzellik, zeka da miras kalıyor ve bu miras en az tereke kadar hatta belki ondan da önemli. E o zaman sanatsal yetkinliğin, kültürün, bilginin ve servetin ufak bir kesimin tekeli olması; kuşaktan kuşağa aktarılması gerekir. Böyle mi?
Inter-generational mobility diye bir terim var. Kuşaklar arası sınıf hareketliliğini tanımlıyor. Hareketliliğin çok olması fırsat eşitliğinin de yüksek olduğunun göstergesi tabii. Raporlarda İskandinav ülkelerini en tepede görürsün. Çünkü bu ülkeler hemen her ferdine iyi eğitim olanakları sağlamışlar, toplum çok iyi eğitildiği için de liyakat önem kazanmış vs. vs. Bir taraftan da dünyada vergi oranının en yüksek olduğu ülkeler bunlar. Devlet, hayatın pek çok sahasında düzenleyici. Dolayısıyla sınıflar arası mesafe yakın kalıyor, mesafe kısalınca dikey hareketlilik de daha kolay oluyor. Peki. Şimdi burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Sosyal hareketliliğin (social mobility) iki alt kümesi vardır: Bağıl hareketlilik (Relative mobility) ve mutlak hareketlilik (absolute mobility). Bağıl hareketlilik çocukların refah seviyeleri ailelerinin refah seviyelerine ne kadar bağımlı onu ölçer. Mutlak hareketlilik ise çocukların refah seviyesini ailelerinin refah seviyeleriyle kıyaslar. Raporların ezici çoğunluğu mutlak hareketliliği değerlendiriyor. Şüphesiz yirminci yüzyılın en büyük icatlarından biri servet sahibi orta sınıftır. Eskiden az sayıda ama çok zengin insanlar vardı şimdi çok sayıda ama görece daha az zengin insanlar var. Mutlak hareketliliği arttıran şey işte bu. Bağıl hareketliliğe bakıldığı zaman İskandinav ülkelerinde son 20 senede bir durgunluk görünüyor. İngiltere, Almanya, Belçika, Avusturya gibi diğer müreffeh ülkelerde ise bariz bir düşüş var. Piketty de yazar bunu:
“20. yüzyılda eğitim seviyesinde gözlemlenen dikkate değer artışın emek gelirlerindeki eşitsizliği azaltıcı bir etki yapmadığını görmüştük. Mesleki yeterlilik konusunda beklenti çıtası yükselmiş (lise diplomasının yerini üniversite diploması, üniversite diplomasının yerini doktora almıştır), teknolojide ve ihtiyaçlardaki değişimle birlikte ücret seviyeleri de aynı oranlarda yükselmiş, öyle ki eşitsizlikte herhangi bir değişiklik olmamıştır. Toplumsal hareketlilik meselesine gelelim: Verili bir eşitsizlik durumu içinde yaygın eğitim, nitelikler hiyerarşisindeki kazananlar ve kaybedenlerin hızla yenilenmesine olanak sağladı mı? Elimizdeki verilere bakılırsa yanıt olumsuzdur, hatta son dönemde daha kötüye gittiğini bile söyleyebiliriz”2
Bilhassa Batı ülkelerinde görülen bu düşüşün sebebi ne olabilir? Lordlar Kamarası üyesi David Willetts 2011 yılında ilginç bir görüş attı ortaya. Feminizmin güç kazanmasıyla birlikte kadınların ekonomik özgürlüklerini elde ettiklerini ve erkekler tarafından satın alınan damızlıklar olmaktan çıktıklarını ancak böyle olunca da aynı sınıftan insanların birbirleriyle evlenmeye başladıklarını söyledi. Demecinde birkaç kez “bu feminizme karşı olduğum anlamına gelmiyor” dediyse de adamı itin götüne soktular tabii. İlginç bir bakış açısı. Her neyse, varmak istediğim yer şurası: Sosyal hareketliliği arttırmak amacıyla yapılan hamleleri kısaca şöyle özetleyebiliriz; servet mirasını asgariye indirmek. Bağıl hareketliliğe pek faydası dokunmuş gibi durmuyor çünkü beşeri sermayenin miras bırakılmasının önüne geçemiyorsun. Sanatta nasıl tecelli ediyor bu durum? Bir kültür rahiplerinden müteşekkil bir ruhban sınıfı oluşuyor ve bu ruhban sınıfı gitgide daha da kemikleşiyor. Onların altında da “kendilerini sanatın ölmüş peygamberlerine ait kutsal eserlere tapınmaya adamış kültür müritlerini” görüyoruz. Zor bir sorula karşı karşıyayız: Peygamberin / rahibin başarısı neyle ölçülür?
“Cihad Muhammed’e değil de Celile’deki barışçıl günahkarlara tebliğ edilseydi ne olurdu bir düşünün. Bir de tersini düşünelim; Muhammed bedevi süvarilerine tevazu ve teslimiyet öğütlese ne olurdu? Ya peygambere sırt dönerlerdi ya da izinden gidip yok olurlardı" 3
Dinsel vaaz gibi kültürel vaazın da amacı inanmayanlardan bazılarını yola getirmektir (Bu, bilhassa müzik yazarının işidir). Başarının kriteri budur. Aksi halde sanat, ruhban sınıf ve müritlerin, kendileriyle sıradan insanlar arasına ördüğü bir duvara dönüşür. Ne yani sanat halk için mi yapılacak? Tabii ki hayır. Sanat bir zümrenin beğenisi gözetilerek yapılacak iş değildir zaten. İpek Odabaşı ile ilgili yazımda bahsetmiştim. Bunların bir kolektifi var A.I.D. (Art Is Dead), konserler düzenliyorlar, çok ‘marjinal’ müzikler yapıyorlar falan… “Biz kimsenin gelmediği konserler yapmaya devam edeceğiz, bekleriz” kabilinden bir şeyler yazarak yeni konserlerinin havadisini vermişti. “Siz ne anlarsınız ayılar” diyor yani. Birbirlerini alkışlayacağı önceden belli olan insanlardan oluşan bir zümreye müzik sunmak kadar risksiz, zahmetsiz bir iş olamaz galiba. Tarkan çok daha fazla hak ediyor saygıyı. Daha cesur, riskli bir işe girişiyor. Çünkü her yaptığını alkışlayacak bir dinleyicisi yok. Yap Bi Güzellik diye şarkı yaptı mesela, tutmadı değil mi? Kitlesi ufaldı. Deniz Güngören ne yapsa dinleyicisi azalır sizce? Seren Serengil cover’ı bile yapsa 30 kişilik “abi çok iyi yaa” tayfası bir gram eksilmezdi. İroni derlerdi. Aptallığın etrafına sarılan zekaya ironi diyorlar. Lin Pesto’yu söylediklerimin delili sayabiliriz sanırım. Fakat kendilerini iyi müziğin müridi, rahibi olarak görmekten de geri kalmazlar. ‘İyi müziğe’ ve sanatsal yetkinliğe eğitimle, bilgiyle, görgüyle ulaştıkları için bunu hak ettiklerini düşünürler oysa bu sözünü ettiğim şeyler kuşaktan kuşağa aktarılabilen, mal mülk gibi miras alınan sınıfsal bir ayrıcalıktır.
Yazının başlığında sorduğum soruya cevap vereyim. Mirası meşrulaştıran şey eskiden soyluluktu. Geçtiğimiz asırda soyluların sarıldıkları causa sui (kendi kendinin nedeni olmak) lime lime oldu. E nasıl meşrulaştıracaksın peki mirası? Kültürle. Günümüzde mirası meşrulaştıran şey kültürdür. “Ben böyle bir mirasa kondum fakat bu mirası hak ettiğimi de bilgimle, görgümle, istidadım ve meziyetlerimle göstermiş oldum.” Soyluluktan çok daha makul bir izah değil mi? Fakat kültürün miras kalan ayrıcalıkları meşrulaştırabilmesi için kültür ve eğitim arasındaki ilişki flu kalmalı, yadsınmalıdır çünkü sanatsal miras oluşturmak için sanatsal yetkinlik gerekir fakat sanatsal yetkinlik için evvela sanatsal miras gerekir. Bu işi de okullar yapabilir. Okul, kültür ve sanat alanındaki eşitsizliklerin, istidat eksikliği olarak yorumlandığı yerdir. Böylelikle murisin inayeti, varisin liyakati olarak görülür. Böylelikle varis mirasa layık olmuş olur. Yani okul, mirasın üzerindeki sıvadır. Altındakini görmek için azıcık kazımak yeterlidir.
https://www.ft.com/content/a257956e-97c2-11e7-a652-cde3f882dd7b
Thomas Piketty (2013); Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital. Türkiye İş Bankası Yayınları.
Joseph Schumpeter (1913); The Sociology of Imperialism.