Ateş nasıl icat edilmiştir? Bu çok esaslı soru üzerinde ciddiyetle durulduğunu düşünmüyorum. Bir ara bu soruyla yatıyor, bu soruyla kalkıyordum. Ne bulsam okudum. Genel kanı şu; dünyamızda çeşitli sebeplerle yangınlar çıkıyor ve tarihöncesi insanlar da evvela ateşi kontrol etmeyi öğreniyorlar sonra da kendi ateşlerini, sürtünmenin sebep olduğu kıvılcım marifetiyle yakmayı keşfediyorlar. Peki bir vahşinin eline iki kuru odun parçası geçmiş olsun, hızlı hızlı, sürekli ve sabırla onları birbirine sürtünce tutuşabileceğini neye dayanarak tahmin edecek? Yıldırımın tutuşturduğu çalılar, lavların kavurduğu ormanlar, yakıcı güneşin doğurduğu ateş… Hiçbirinde sürtünmeyi görmeyiz ki doğaya bakıp taklit edelim. 18. yüzyılda yaşamış bir cerrah olan John Freke, o dönemin bir başka münevveri olan William Watson’a yazdığı mektupta [An Essay to Shew the Cause of Electricity başlığıyla kitaplaştırıldı] şöyle söylüyor:
“Ateşin sebebinin sürtünme olduğunu söylemek, suyun sebebinin tulumba olduğunu söylemek kadar manasız ve felsefik olmaktan uzak”
[I cannot help observing how unphilosophical and unmeaning it is, for any one to advance, that fire is caused by friction; when I think he may as well say, that water is caused by pumping]
Hay babana rahmet! Peki nasıl akıl etti insan iki kuru dalı birbirine sürtmeyi? Bu soruyla kavrulurken bir kitap geçti elime: Ateşin Psikanalizi - Gaston Bachelard. O kadar ufuk açıcı, o kadar zekice yazılmış ki gıptayla, hayranlıkla okudum. Ateşin doğal olduğu kadar toplumsal bir varlık olduğunu iddia ediyor. Bunu da şöyle temellendiriyor: Çünkü ateş hakkında öğrenilmesi gereken ilk şey ona dokunulmaması gerektiğidir. Ateşe duyulan saygının temelinde bu korku yatar. Ateş kadar tehlikeli olan sivri uçlara böylesi bir saygı duyulmamasının sebebi, sivri uçlara ilişkin toplumsal yasaklamaların, ateşe ilişkin yasaklamalara nispetle daha zayıf olmasıdır. Bu korku ve saygı, ateşi insan zihninde cinsellikle özdeşleştirmiş. Ateş de cinsel dürtülerimiz gibi zapt edilmesi ve çekinilmesi gereken bir şey çünkü. Cinsellikle bu kadar iç içe girmiş bir şeyin sürtünmeden doğması kadar tabii bir şey olabilir mi? Vay anasına ya! Şahane bir akıl yürütme. Bu ilhamla, cevap bulma umudunu yitirdiğim bir başka esaslı soruyu tekrar eşelemeye başladım: Müzik nasıl doğdu?
Taklit diyorlar. Kuşların ötüşünü, köpeklerin ulumasını, boğanın böğürtüsünü taklitle başlamış müzik. Basit ve akla yatkın bir cevap. İtirazım yok. İlk müzik aleti neydi? Divje babe ismi verilen, kemikten yapılmış, 60bin yaşında iptidai bir flüt.
Şimdiye kadar bundan daha eskisi bulunmadı. Burada atlanan bir şey var bana kalırsa: Islık! Tabii ki bu bir enstrüman değil ama enstrümanın öncülü sayılır. Çok açık ki kuşlara öykünerek bulduğumuz bir şey ıslık. Bu öykünmeyi bir adım ileri taşıyıp basit üflemeli çalgılar icat edilmiş. Niçin? Avlanmada işe yarayabilir, yabancıları korkutabilirsin, kız tavlamada etkili olabilir, falan filan… Fakat bu müzik midir?
Hayır çünkü bu işittiğimiz seslerde soyutlamanın veya tasarımın izi yok. Tümüyle dürtülerin sultası altında peydah olmuşlar. Bir bebeğin eline tutuştursak şu aleti, üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri duyarız. Avladığın hayvanın kemiğini yontmak, ona delikler açmak ve ona üfleyerek sesler elde etmek, yemeyeceğin çiçeği sırf kokusu için gözetmek, yetiştirmek gibi. Medeniyetin şafak vakti. Yenir bir şey olmadığı halde kültive edilen ilk bitki olan gül, bu yüzden bu devre ait bir bayrak gibidir. Fakat medeniyet ve onan mahsulü olan müzik, vazoya konan değil imbikten damıtılan güldür. İkisi arasında muazzam mesafe vardır. Koku adeta çiçekten koparılmıştır. Sanat işte böyle başlar. Öykünme ve taklit yalnızca emeklemedir. Adımlar dolaylama, soyutlama, kavramlaştırma, tasarlama falandır. Ee yani? Yani sanat olan müziğin ilk adımı telli çalgıların icadıdır. İmbiğin bulunuşu kadar önemlidir. Peki insanoğlu telli çalgıyı nasıl buldu? Gerilmiş bir ip ya da barsağa vurarak ses elde edebileceğini nasıl düşünebildi?
Şimdi sizlerle bana çok ilginç gelen bir veriyi paylaşacağım. En eski telli çalgılar hangi arkeolojik kazı sahalarında bulunmuş? Kafiristan (Afganistan), Kongo, Myanmar’ın dağlık kuzey bölgeleri, Orta Asya, Kafkasya… M.Ö. 4000’e kadar gidiyor.1 Buna karşın mesela Japon arşipelinde bulunan en eski telli çalgı örnekleri M.Ö. 250’ye kadar gidebiliyor2. Daha eski arkeolojik kayıt yok. Yunanistan topraklarında bulunan en eski telli çalgı örneği ise M.Ö. 5003. Yakın zamanda, Orta Avrupa’nın kuzeyinde, Hallstatt kültürüne ait, lir benzeri bir çalgı bulundu4. M.Ö.600 civarına tarihlendiriliyor. Daha eskisi yok. Buna karşın Irak’ın güneyinde, Nasıriye’de, Allah’ın çölünde, M.Ö.2500’e ait süslü püslü bir lir bulundu.
Ve Robson Kirby’den Henry Balfour’a, Curt Sachs’tan Erich von Hornbostel’e kadar tüm babalar ağız birliği etmiş gibi şunu söylüyorlar: Telli çalgılar Orta Afrika’dan kuzeye doğru yayıldılar. Dünyadaki tüm telli çalgıların Afrika’dan geldiği anlamı çıkmıyor bundan. Başka merkezlerde de Afrika’dan bağımsız olarak telli çalgılar bulunmuş olabilir. Burada önemli olan husus şu ki, bahsi geçen merkezlerin hepsi (yukarıda saydım; Afganistan, Orta Asya’nın kuzeyi vs…) medeniyetin en geç geliştiği, iklim şartlarının tarım ve toplayıcılık için en elverişsiz olduğu yerler. E nasıl oluyor da müzik medeniyetinin şafağı burada söküyor? Çünkü bu coğrafyada hayatta kalmanın tek koşulu avlanmak. Ee? Av dediğin şey de aşağı yukarı 60bin yıldır ok ve yayla yapılıyor. Ve bilin bakalım en eski ok-yay buluntuları neredeymiş? Evet, Afrika! En geç nerelerde görülmüş peki? Japonya, Filipinler, İrlanda ve Avrupa’nın geri kalanı… Çünkü buralarda toplayıcı olarak yaşayabilirsin. Topraklar bereketli. O da olmadı balıkçılık yaparsın. Israrla Japonya örneği vermemin sebebi bu. Avcılığın geçer akçe olduğu yerde ok ve yay, toplumun fertleri için el ayak gibidir. İki uç arasına gerilmiş bir teli, ipi yahut barsağı titreştirmek, hareket ettirmek bir zaruretin semeresidir. Ok ve yayın bir müzik aletine dönüşümünün ilk basamağı aşağıdaki videolarda izleyeceğiniz alettir.
İnanılmaz yahu. Bahçeden taze dal buldum, videodaki gibi eğip arasına tel gerdim ve çalmayı denedim. Uzun zamandır hiçbir müzik beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Egzotik bir şey bulmanın sevinci falan değil bu. Nasıl tarif etsem; hani bebeklerin yüzünde bilmem kaçıncı ayda bir ifade belirir ve o ifade hayat boyu yüzden silinmez. O ifadenin doğuşuna tanık olmak, onu yakalamak gibi. Videoda gördüğümüz şey aslında bir av aleti. Sadece bu alete gövde olarak ağız boşluğu eklenmiş. Daha sonra ağız boşluğunun yerini başka şeyler alacak. Mesela su kabağı.
Gördünüz mü yavaş yavaş av aleti bir müzik aletine evriliyor. Çok geçmeden de av aleti olma vasfını tümüyle yitirecek ve tastamam bir saza dönüşecek:
İşte oldu. Artık bu yeni sazda ok ve yay soyutlanmış oldu. Tıpkı flüt sesi duyduğumuzda artık kuşları anımsamadığımız gibi bu saza baktığımızda da ok ve yay görmüyoruz. Mecburiyet sultasından kurtulmuş, öykünme ve taklidi geride bırakmış, kavramlar icat etmiş insanı ve bu kavramlar üzerine inşa edilen dünyayı görüyoruz. Nasıl imbik kokuyu çiçekten kopardı, onu çiçekten bağımsız bir şeye dönüştürdüyse telli çalgılar da sesi doğadan ayıklamış, onu bir başına var etmiş oldu. İşte müzik böyle doğdu.
Jeremy Montagu (2007). Origins and Development of Musical Instruments.
Uyeda, K. (2015). The Journey of the Tonkori: A Multicultural Transmission.
Steinmann ,Conrad and Paul J.Reichlin (2006) Instruments and their Music from the 5th century BC in Classical Greece. Studien zur Musikarchäologie V. (Orient-Archäeologie 20). Rahden: 237–54
Purser, John (2017), The Significance of Music in the Gàidhealtachd in the Pre- and Early-Historic Period, Scottish Studies, 37: 207–221,