“Çocuk oyun oynarken çocuksu değildir.”
Ben bu lafı bir yerde mi okudum, birinden mi duydum yoksa ben mi uydurdum bir türlü hatırlayamıyorum. Bir yere not etmişim, kenarına kıyısına da başka şey yazmamışım. Neyse. Pek önemi de yok zaten. Geçenlerde bir yazıda “müzik oyundur” demiştim ve üstün körü bir çerçeve çizmiştim: Oyun keyfe kederdir. Yani oyunu zorunluluk doğurmaz. Demek ki iş değildir. Bu bir. Gündelik hayatın bir parçası da değildir. Hayatın içinde bir kesinti olabilir belki. İkincisi; oyunun kendine ait sınırları, düzeni ve mekanı vardır. Sınırı, düzeni anladık da mekan? Tenis oyununun mekanı tenis kortudur. Tenis, tenis kortu dışında oynanmaz. Voleybolu voleybol sahasında oynarsın, plajda oynarsan adı “plaj voleybolu” olur. Satranç, 64 hücreden oluşan kare bir tahtada oynanır, vs… Çocuk oyunlarında mekan çok daha esnektir fakat yine de oyun, mekana bağlıdır. Müzik denen oyun ise geçtiğimiz asra kadar konser salonlarında veya sahnelerde oynanırdı. Mikrofonun, amplifikatörün, kayıt cihazlarının icatlarıyla beraber müziğin mekanla bağları zayıfladı, belki de koptu. Üçüncüsü de oyunun bir mücadele veya rekabetin temsili olmasıdır. Bütün oyunlar yukarıda çizdiğim çerçevenin içerisine tastamam otururlar. Hatta öyle ki oyun olmayan bazı şeyler de bu çerçevenin içerisine biraz zorlasanız sığarlar. Mesela hukuk. Bunu “hayat da zaten bir oyun değil mi” falan gibi bir yerden söylemiyorum. Hukuk yahut adalet dağıtım işleminin bir oyun olduğunu düşündürten pek çok şey içerisindeki (gerçek dünyadan yalıtılmış olan mahkeme salonu, davalı ve davacı arasındaki rekabet vs.) en çarpıcısı yargılama merciinin giydiği kostümler. Cüppe mesela değil mi? “Öhöm yargıcın, savcının, avukatın cüppesi neden düğmesizdir bilir misin? Kimsenin karşısında önünü ilikleyemesin, eğilip bükülmesin diye. Yaaa…” Hmm, peki peruğu neden takıyorlarmış? Biliyorsunuz pek çok ülkede yargı mensupları kafalarına kepeneğe benzer bir peruk takıyorlar hala. “Efendim peruk takmaktaki maksat yargı mensubunu anonim ve tarafsız bir kişiye dönüştürmek…” Osur osur ipe diz. Huizinga bu meseleyi çok sarih bir şekilde izah eder. İlkel toplumlardaki dans maskesi neyse, yargı mensuplarındaki peruka da odur der. Maskeyi takan başka birine, başka bir şeye dönüşür. Peruğu takan da öyle. Oyunlarda hakem, ebe veya taraflardan bazıları böyle şeyler yaparlar. Bu da öyle işte. Neyse konuyu dağıtmayayım. Bu örneği verdim çünkü eylemin kutsal veya ciddi nitelikleri oyunu dışlamaz. Yani oyun, sanıldığı gibi çocukça değildir; çocuksudur. Fakat insanlar ve insan yavruları oyun oynarlarken çocuksu değildirler. Bilakis son derece ciddidirler. Çünkü bir mücadele, yarış söz konusudur ve kazanılacak olan şey itibardır. İtibar kazanmaktan daha hayati hiçbir şey yoktur. Günümüzde müzik oyun olmaktan çıkmış, performansa dönüşmüştür. Bunun sebepleri neler olabilir?
Aklıma gelen ilk sebep sanatın ve sanatçının kutsallaşması. Bilhassa müzisyenler 3-4 asır evveline kadar “aşağı tabaka” insanlar arasında sayılırlardı. Daha önce yazmıştım [bkz: Müzisyen/2 başlıklı yazı], o yüzden bir iki örnekle geçeceğim bu faslı. Mesela Prens Esterhazy’nin himayesinde bir müzisyen olan Haydn, uşak üniforması giyer ve bazı zamanlar prense uşaklık edermiş. Yahut kendisi de besteci ve müzisyen olan Prusya Kralı II. Friedrich, icracılara doğaçlama olarak yaptıkları appoggiatura ve trill gibi süslemeleri yasak etmiş. İcracı kendisi bestesini seslendiriyor olsa bile bundan men edilmiş1. “Süsleme olacaksa notada göreceğim kardeşim” diyor yani. Bestecinin yapıtı şimdiki gibi dokunulmaz, kutsal falan değildi yani. Müzik o zamanlar bir eğlence veya müsabakaydı. Oyundu yani. Bunun en çarpıcı delillerinden biri Kardinal Ottoboni’nin sarayında tertiplediği yarışmadır. Ottoboni müziğe çok düşkün bir adam. Hayvan gibi de zengin. Scarlatti’yle de ahbaplar. Haendel diye bir klavsenciden bahsediyorlar kardinale. Şöyle iyiymiş, böyle iyiymiş. Roma’ya gelmiş. “Çağırın gelsin” diyor. Bir tarafta Scarlatti öte tarafta Haendel, klavsenin başında yarışıyorlar. Scarlatti’nin burun farkıyla kazandığı söyleniyor. Fakat orgun başına oturunca işler değişiyor. Scarlatti yarışmanın hemen başında rakibinin üstünlüğünü kabul ediyor2. Falan filan… Bir dolu örnek var bunun gibi. 1780lerde imparator II.Joseph de Mozart ile Clementi’yi yarıştırıyor mesela. Rakiplerin yarışma sonrası demeçleri müthiş. Sanki boks maçından çıkmışlar. “Clementi yetenekli bir herif ama mekanik bir çalımı var. Lezzetsiz. Üstelik şarlatanın teki, diğer tüm İtalyanlar gibi”. Oooov. Clementi ise çelebi adam. “Mozart’tan çok etkilendim. O büyük bir ruh falan” demiş. Bu yarış olayının zirvesi şüphesiz Faustino ile Cuzzoni’nin kapışmasıdır. CHP Kurultayı gibi. Kadınlar sahnede birbirlerine sille tokat girmişler.
Falan filan…
Bir asrı aşkın bir zamandır sanatçı itibar, yapıtı da dokunulmazlık kazandı. Çok iddialı olacak belki ama sanat Avrupa’da dinin yerini aldı. Belki biraz da bu yüzden, sanat aracılığıyla itibar aramak veya bu kutsal piyesin sahnesinde rekabet etmek gayri ciddi, yakışıksız ya da çocukça bulunur oldu. “Sanat bir sidik yarışı değildir” noktasına geldik. Oysa sanat evvela sidik yarışıdır fakat sidik yarışından da fazlasıdır. Sidik yarışı olmayan bir sanat yavanlaşır, yakıcılığını kaybeder. Yarım asırdır şiddeti ve saldırganlığı sahiplenmeyen, onu dışarıdan gelen bir maraz gibi gören, temsillerine bile tahammül edemeyen bir görüş Batı’da çok güçlü. Bu sahte vakarın, can sıkıcı uysallığın bir sebebi de bu görüşün yarattığı rehavet olabilir. Oysa “şiddet” zihnin ve “bedenin yabancı lisanıdır”. Dışarıda tutulması, yatıştırılması, görmezden gelmesi imkansız bir dürtüdür. Fukuyama’nın meşhur bir kitabı var ya hani; Tarihin Sonu ve Son İnsan, orada megalothymia diye bir şeyden bahsediyor. Şan, şöhret arzusu olarak açıklıyor bu terimi. İnsanın temel özelliği olan bu arzu, tarihin de itici gücüdür diyor. Buraya kadar tamam. Fakat liberal demokrasilerde isothymia yani eşitlik çabasının peşinden koşulduğunu savunuyor. Şan, şöhret arzusunun yerini emniyet ve konfor arayışı almış yani. Her ne kadar Fukuyama pek çokları tarafından itin götüne sokulsa da bu tespiti kısmen doğru bana kalırsa. Kısmen dedim çünkü insan hala şan ve şöhret arıyor ancak günümüzde bu arzusundan utanıyor. Böyle bir arzusu yokmuş gibi davranıyor. Bunda devletlerin, kanaat önderlerinin, ekabirin baskısının da payı büyük tabii. Fukuyama da bu görüşün sözcülerinden biri tabii. Ne diyor? “Liberal demokrasi megalothymiayı hayattan sürgün ettiği ve yerine akılcı tüketimi koyduğu ölçüde bizler son insanlar haline geleceğiz”. Şöhret ve itibar arayışı ve onun silahları olan şiddet ve saldırganlık hayattan sürgün edilemez. Sanat tam da bu yüzden vardır zaten fakat ne yazık ki bu olumluluk cürufunda oyun vasfını kaybetti. Şimdi sanatın içerisinden müzik sanatını ayıklayalım. Niye böyle yaptığımı da gerekçelendireyim. Efendim müzik denen sanat, icra ile birlikte tadılan tek sanattır. Resimde, şiirde, heykelde bunu göremezsin değil mi? Muhatapları yapıtların yaratılış aşamalarına tanık olmazlar. Dolayısıyla baş başa oldukları şey icra ve sanatçı değil eserdir. Üstelik bu eserler görülebilir nitelikte ve uzun ömürlüdürler. Bir taraftan da tamamlanmış ve cansızdırlar. Müzikte olduğu gibi etkileri başkasının icrasına veya temsiline bağlı değildir. Bu, müziği diğer sanat dallarından ayıran çok çok önemli bir farktır. Müzik eseri icracı maharetiyle canlanır ve taze mahsul, kamu tarafından tadılır. Fakat müzik mekanından koptu ve plastik sanatlardan biri haline geldi. Böylelikle tüm oyunsal faktörlerini yitirdi. Daha önceki yazılardan birinde ailenin küçülmesini, modern mimarlığı, modern şehirciliği vesaireyi müziği mekanından koparan şeyler olarak saymıştım. Son paragrafta da “mikrofon, hoparlör, bilgisayar falan verimli ve yozlaştırıcı araçlardır. Yaygınlaşmalarıyla birlikte evde müzik yapma cazip hale geldi. Konserlerin sayısı azaldı, orkestralar küçüldü hatta yok oldu […] Bu fikir bende çok taze şu an. O yüzden emin değilim. Başka sefere de bunu konuşuruz” yazmıştım [bkz: Ailenin Küçülmesi, Şehirleşme ve Müzik]. Bunu uzun uzun konuşmayacağım, vakit kaybı. Çünkü hiçbir topluluk kendi rızasıyla verimli araçlardan, yeni tarım tekniklerinden, sıcak sudan, kemoterapiden vazgeçmez. Gönüllü bir geri dönüş beklentisi ve çağrısını romantik, gerçek dışı ve çocukça buluyorum. Buğra Kutbay bunlardan biri mesela. 20'li yaşlarında civan gibi delikanlı zurna çalıyor. Zurna mı kaldı ya? İyi bir trompetçinin, tromboncunun hatta obuacının hala şansı vardır. En kötü, büyük orkestralardan birinde çalarsın. Müzik cemiyetinin içinde kalabilirsin yani. İtibarlı iştir. Zurna? Valla ancak gelin almada çalarlar. O kadar. Biletle katıldığı konserde zurna gören var mı aranızda? Zurnazen Festivali düzenliyor Ünal Yürük. Bir kez gitme fırsatım oldu. Hakikaten şahaneydi fakat itibarı hediyelik anahtarlık kadar. Dinleyiciler müzik sanatıyla ilgilenen kimselerden çok geçerken uğrayan emeklilerdi. Bir-iki ay evvel CRR’de bir konsere gittim. Erberk Eryılmaz’ın Türk Üflemeli Çalgıları, Yaylılar ve Piyano için yazdığı eserin dünya prömiyeriymiş. Dünya da nefesini tutmuş bunu bekliyor. Buğra Kutbay’ı gördüm. Solist oydu. Ney, kaval, zurna çalacak. Eser fazlasıyla modası geçmiş bir dille yazılmış, sıkıcı bir şeydi. Fakat içerisinde çok hoş bölümler de var. Neyse, konu o da değil. Konu Buğra’nın CRR’de solist olarak zurna çalmasıydı. Meydan okuma diye buna derim. Adam halterci gibi ter döktü sahnede. Sen dinlerken yorulur, gerilirsin. Herif o kadar iyiydi ki anlatamam. Bu kaydın videosunu da buldum. 146 kişi görüntülemiş. Şef maalesef Can Okan. Böylesi bir züppeyi, kibir abidesini her yerde göremezsiniz. Görmezden gelin ve Buğra’ya odaklanın.
Nasıl? Şahane ama canlısının yerini tutmuyor değil mi? Müziğin bir müsabaka, bir oyun olduğuna ikna etti mi sizi? Ve oyununu oynayan çocuktaki ciddiyeti gördünüz mü? Buğra gibiler için romantik, hayalci, çocuk falan dedim az evvel. Çünkü hala zurnada ısrar ediyorlar. Hala sahneyi müzisyenin er meydanı olarak görüyorlar. Bu insanların daha kalabalık olmasını isterdim. Aksi halde müziğin bir sahne sanatı olduğunu kimse hatırlamayacak.
Martha Elliott (2006); Singing in Style: A Guide to Vocal Performance Practices. Yale University Press
John Mainwaring (1706); Memoirs of the Life of the late George Frederic Handel.
Peşinen yazının tümü için derin övgülerimi, verilen bilgiler ve linkler için teşekkürlerimi iletiyorum.
Vadeli olarak da birkaç gevezelik eklemek isterim. Sevgilerle…
"Oyunu zorunluluk doğurmaz."
Bilmem ayıp mı ediyorum ama hayatım boyunca zorunluluk tasnif edilebilecek pek çok engeli oyuna dönüştürerek aştım. Bu büyük ihtimalle çocukluktan kalan bir kabiliyeti kullanarak engelleri aşmak içindi. Belki de, en azından çocuk oyunlarının belki de sırf bu yüzden var olduğunu iddia etmek mümkün. Kaldı ki koca adam oyunları da yine strateji, yine taktik, yine yaşayış… Yani belki de oyunun varlığı bir zorunluluk kendi başına, keyfin yanında. Bilemedim, sadece çene çalmak istedim hususa dair.
"Müzik denen oyun ise geçtiğimiz asra kadar konser salonlarında veya sahnelerde oynanırdı"
Burası bana hiç makul gelmedi. Lafı bir sürü retorik ile uzatmak istemiyorum ama "elimdedir bağlama, kara gözlüm ağlama"… Yani başı dumanlı karlı dağlara bakarak ırlayan kam, dizlerini döven zakirler, sürü güderken gırtlak çalan çobanlar, çocuk uyutan hatunlar falan filan derken, bana sanki sahnemiz ruy-i zemindir gibi geliyor. Müziğin nasıl bir yeri olabilir? Evet bütün örneklerim fazla pastoral ama bu da benim türküm biraz. Kaldı ki, o taş başlarında iki, üç, dört, beş ve yer yer yüzlerce kişi olması da mümkün. Neden sahneye hapsettik? Bazen audience, üretenin ta kendisi olabilmiyor mu?
"oyunun bir mücadele veya rekabetin temsili olması"
Burada da, daha önce okuduğum ve hangi yazı olduğunu bulmaya üşendiğim yazılardan birinde, sanat tanımı çerçevesinde müziği de ele alırken bu unsurun bulunmasının elzemliğinden dem vurduğunuz aklıma geliyor. Bu bana biraz, kabulümüze uygun bir tanımsal gereklilik yazma mecburiyetinden kaynaklı gibi geliyor, haşa huzurdan. Neden rekabet olmalı? Ben biraz burada takılı kaldım sanırım. Gönlü hoş, kendisi mutmain bir üretici, pekala duyurduğu sesin yankısını almadan da gözlerini yumup sanat ürettiği hissinde gidebilir bu diyardan. Tanışıksız bir anlayış veya etkileniş de, bana bu tanım içinde rekabetin sağlamaya çalıştığı yaratıcı iteklemeyi verir gibi geliyor.
Hukukun oyunluğu hususundaki güzel aktarım için müteşekkirim.
"İtibar kazanmaktan daha hayati hiçbir şey yoktur"
İnsanlara ne için yaşadıklarını sorunca doğru düzgün cevap almak çok mümkün olmasa da, "insan ne için yaşar" diye sorunca, kendilerini dışarı alıverdiklerinden olsa gerek çok daha hızlı ve basit cevaplar veriyorlar. Yıllar önce, TV'lerde popüler olan sokaktan adam çevirip aynı soruyu herkese sorma temalı programlardan birinde, bu soruya cevabın sosyo/ekonomik durum düştükçe "şeref" oluşunu görmüştüm. Sonraları bunu pek çok insana ben de sordum. Gönendikçe cevap "aile" oluyor, din eksenli gruplaştıkça uhrevi boktan başka cevaplar sökün ediyor, ama olağan cahilliğinde gurban olduğum insan, direkt şeref diye koyuveriyor cevabı ortaya. Bence tatlı.
"Günümüzde müzik oyun olmaktan çıkmış, performansa dönüşmüştür. Bunun sebepleri neler olabilir?"
Benim aklıma gelen ilk ve hatta neredeyse tek sebep: populism. Yani müzik gibi sanatların en soyutunun itin köpeğin de oyuncağı haline gelivermesi. Bu sadece pop-art'ın performans haline gelmesine sebep olmuyor. Zaten pop-artı üreten müzisyen de, ben klasikçinin allahıyım triplerindekinden çok o kadar bağımsız bir kitle de olmayabiliyor. Etkileşim sırf bu üretici kitle ile de olmuyor. Hani o rekabet var ya, e itibar dediğimiz de ekonomik seviye ile son derece alakadar bir biçimde varlık sergiliyor…
"sanat Avrupa’da dinin yerini aldı."
Gerçekten çok iddialı ve bir o kadar güzel bulduğum bir ifade oldu. Yalnız konuyu şu şekilde ele almak isterim. Din daima içinde sanat da bulunduran bir mevhum olagelmiştir. İtikadın, ibadet pratikleriyle beraber ahlaka dokunur söylemlerini süslü süslü ifade eder. Avrupada dinin itikat ve ahlaka dair söylemi modern çağın rasyonel doğrularına bırakınca, geriye sanat kaldı diye düşünüyorum. Reformun ve rönesansın paralelliğini bu açıdan da düşünmek hoşuma gidiyor.
"Çünkü hiçbir topluluk kendi rızasıyla verimli araçlardan, yeni tarım tekniklerinden, sıcak sudan, kemoterapiden vazgeçmez"
Yıllardır bir kanun istiyorum :) Türkiyede hiçbir mekanda hiçbir şekilde kayıttan müzik çalınamaz. Türkiye cumhuriyeti devleti bir canlı müzik devletidir.