“Biri bana 15 sene önce, Abdülhalim Ağa’nın “Bayati Araban Peşrevi”ni dinleyeceksin, bu senin bütün hayatın olacak dese, akıl sır erdiremezdim. Bu iş böyle, şu an bulunduğum hal burası.”
11/07/2022 tarihli 1+1 Express söyleşisinden
Abdülhalim Ağa’nın Bayati Araban makamında bestelediği bir peşrev yoktur. Hatta bu makamda eser bestelememiştir. Bestelediyse de günümüze ulaşmamıştır. Sadun Aksüt arşivinde bulunan ve bestecisi bilinmeyen bir Bayati Araban peşrev var fakat Abdülhalim Ağa ile ilişkilendireni duymadım. Öyleyse Şule Hanım yanılmış olmalı. Fakat insanın, “bütün hayatı”na tesir eden bir kavşağın ismini yanlış hatırlaması pek aklıma yatmıyor. Basit bir dil sürçmesi veya alelade bir kafa karışıklığı böyle olmaz. Eserden bir başka söyleşide de bahsediyor üstelik:
“…yani hem Abdülhalim Ağa’nın Bayati Araban eserini seslendireyim hem de Bostancı Gösteri Merkezi yıkılsın dememek lazım…”
26/11/2011 tarihli Başar Başaran söyleşisinden
Yıllar önce bir mülakata denk gelmiştim. Bir bilim dalına doktora öğrencisi olarak başvuran genç bir adamı, kerli ferli dört öğretim üyesi sınıyordu. Delikanlı özgeçmişinde yer alan “hobiler” kısmına tenis yazmış. Tenisi çok sevdiğini, hayatında çok önemli bir yer işgal ettiğini söyledi. “Bu sene Wimbledon’ı kim kazandı” diye sordu hocalardan biri. Delikanlı afalladı, yanıt veremedi. “Bir önceki sene kazanını hatırlıyor musun?” Yok. Onu da hatırlamadı. “Wimbledon’ı kazanan bir sporcu söyle bize.” O da yok. “Peki çıkabilirsin.” Reddettiler başvurusunu. İlgisine bu kadar lakayt olan birini siz ciddiye alır mıydınız? Şule Gürbüz için lakayt demek zor. Başka bir şey var burada. Kendini olduğundan daha ilginç, daha karmaşık gösterme çabasına benziyor. “Ben öyle Tanburi Cemil’in muhayyer peşreviyle hidayet bulacak adam mıyım, aşkolsun” gibisinden bir şey. Pençgahlar, nühüftler, tahirbuselikler dururken olacak şey değil. Fakat bu mahcup böbürlenmeyi enselemek kolay değil. Ustaca gizlenmiş, örtük bir tutum.
Mesela bakınız Milliyet Gazetesi, Şule Gürbüz ile yaptığı söyleşi öncesinde hanımefendiyi takdim ederken kilise orgu çaldığını yazmış1. Kilise orgu her heves edenin çalabileceği bir şey değildir. Zuhal Müzik’te satmazlar kilise orgunu. Bizim memlekette nerede, kaç tane org olduğu bellidir. 30’u geçmez. Kondisyonları da bellidir. Bunları kimlerin çaldıkları da bilinir. Şule Gürbüz bunlardan biri değil. Yurtdışında çalıyor desek o da mümkün durmuyor çünkü 1997 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda işe başlamış. Yurtdışında geçirdiği süre taş çatlasın 3 sene ediyor. En iyi ihtimalle bir vesileyle 8-10 kez kilise orgunun başına oturmuş, ufak tefek bir şeyler tıngırdatmış olabilir. Bu onu kilise orgçusu yapıyorsa Deli Vahit de pekala piyanisttir.
Viyolonsel de çalıyormuş. Birkaç yerde yazmışlar bunu. Hatta İlber Ortaylı “çello üstadıdır” demiş. Çello üstadı falan değildir. Çaldığı tek saz var o da kemençe. Hatta müzayededen çok kıymetli bir parça yakalamış zamanında: Baron yapımı bir kemençe. Bir de Murat Yerden’e kapkara, dibetou ağacından bir kemençe ısmarlamış. Kendisi “ben kilise orgu çalıyorum”, “viyolonsel çalıyorum” falan dememiş, kabul. Fakat bu şekilde takdim edildiğinde de sesini çıkarmamış. Benzer bir örtük böbürlenmeye Sevan Nişanyan’ın kitaplarından birinin arka kapağında rastlamıştım. Yazarın bir süre Peru’da yaşadığı yazıyordu. Bir ay hadi bilemedin altı hafta Peru’da kalmak bir süre Peru’da yaşamak değildir.
Belki hatırlarsınız, Covid 19 zamanında Tourette etiketli tik tok videoları meşhur olmuştu. Milyonlarca izlendi. Videoları da tahmin edeceğiniz gibi genellikle ergenlik çağındakiler çekiyordu. Bu fenomen üzerine yazılan yayınlardan ilki şuydu: TikTok Tourette’s: Are We Witnessing a Rise in Functional Tic-Like Behavior Driven by Adolescent Social Media Use? Makaleye göre bu videolardakilerin %86’sı Tourette taklidi yapıyor. Hasta falan değiller. Bir de terim uydurmuşlar hatta functional tic-like behavior diye: Fonksiyonel tik benzeri davranış. Gençleri yargılamamak adına uydurulmuş bir terim, Yargılamaktan kaçınıyorlar çünkü bu insanlar normal, alelade kimseler. Güzel bir yüzden, becerikli ellerden, keskin zekadan, varlıklı ebeveynlerden yoksunlar. Hiçbir zaman ilgi çekici olmamışlar. Bu duyguyu bir kez olsun tatmak için yalan söylemeyi göze almışlar. Şule Gürbüz ise 18 yaşında kendisinin de burun kıvırdığı bir roman (Kambur) yazmış. Her nasılsa Murat Belge sayesinde vasatı aşamayan bu roman yayınlanmış. Bu sırada İstanbul Üniversitesi’nde İspanyol Dili ve Edebiyatı okumuş, Sanat Tarihi bölümünde yüksek lisans yapmış ve Cambridge’de feslefe eğitimi almış(???). Döner dönmez de Dolmabahçe Sarayı’nda sanat tarihçisi olarak işe alınmış. Saat tamirini öğrenmiş hatta saat müzesi kurmuşlar ustasıyla beraber. 2021 yılında da istifa edip Galata Mevlevihanesi Müzesi’ne müdür olarak atanmış. Sanatını ve kimliğini üzerine inşa ettiği “dünyanın kahrını ben çektim” temasıyla hiç örtüşmeyen bir kariyer. Haset etmiyorum, olsa olsa gıpta ederim. Bana dert olan, yeterince ilginç olduğu halde daha da ilginç görünmeye çalışması ve ilgiye olan bu açlığını kalenderlik örtüsü altına gizlemesi. Bir kıssayla bitirelim.
Sinagogda ayin yapılıyormuş. Haham pek mütevazi bir konuşma yapmış: Tanrım, ruhani sınıf içinde çok yükseldim, herkes bana hürmet ediyor ama ben aslında bir hiçim, hiç kimseyim. Hahamdan sonra zengin bir tüccar söz almış, o da benzer bir üslupla konuşmuş: Tanrım, büyük paralar kazandım, devasa bir servet edindim ama ben aslında çok yoksulum, bir hiçim, hiç kimseyim. Derken gerçekten çok yoksul bir adam almış sözü. Ne kadar küçük, çaresiz bir varlık olduğunu söylüyormuş ki zengin adam hahamın kulağına eğilmiş: "Bu kim ki hiç kimse olduğunu söyleme hakkını buluyor kendinde!"
https://www.milliyet.com.tr/pazar/sarayin-saat-ustasi-5215192
Deli Vahit'e ağır bir sataşma var. Diliyorum bu yazıyı okur ve Steinway ve Oğullarının anasını ağlatarak sizi özür dilemek zorunda bırakır.
algoritma sayesinde karşıma çıktı yazınız iyi ki de çıktı. Çok güzel bir anlatım yanında bu zamanda sık rastlayamadığımız bir bilgi deryası da bize göz kırpmakta ne harika :)